DEVLETİN DÜMENİNE BiR FELSEFECi GEÇMELİ
1. Platon ya da idealar Öğretisi
2. Platon'da Ahlak
3. Platon'da Devlet
4. Bir Öğrenme Aracı Olarak Mitoslar
1. Platon ya da idealar Öğretisi
Yunan felsefesi dendiğinde ilk akla gelen isim olma özelliğini taşıyan Platon (İÖ 427-347) Atinalı seçkin bir ailenin oğlu olarak Atina soyluluğunun gerektirdiği değerler içinde yetişmiş ve bu yüzden de yaşamının ilk yıllarında aristokrasi yanlısı bir tutum sergilemiştir, ta ki Sokrates'le karşılaşıncaya değin.
Platon'un Sokrates'le karşılaşması ve onun tutkulu bir taraftarı olması, hem özel yaşantısı hem de felsefesi için bir dönüm noktası olmuştur. Her şeyden önce yüreğindeki siyasal yaşama etkin olarak katılma isteğini ve şiir tutkusunu bir anda söndürmüş, temaşa ve tefekkürle geçecek yepyeni bir yaşama adım atmış, o ana değin yazdığı bütün trajedilerini de yakıp yok etmiştir. Çünkü mademki artık Sokrates'in erdem öğretisini benimsemiştir, bundan böyle bütün isteği, bütün hayali sadece doğru yaşam ve doğru bilgi üzerine temellenmelidir; dolayısıyla bu temeli sarsacak ne var ne yoksa bir kenara atmalı, en önce de şairlerin zihni yanıltan ve yoldan çıkaran malumatlarından, siyasetçilerin hırsından ve ahlaki yozluklarından kaçabildiğince kaçmalıdır.
Platon Sokrates'in ölümünden sonra hocasının diğer öğrencileriyle birlikte Megara'ya, Eukleides'in yanına sığınmıştır. Ardından da Kyrene'ye, matematikçi Theodoros'un yanına, sonra İtalya'ya, Pythagorasçı Philolaos ile Eurotos'un yanına göç etmiş, oradan da Mısır' a, bilicilerin yanına gitmiştir.
Bu gezileriyle hem zihnini hem de ruhunu besleyip derinleştirerek İÖ 385 yılında ünlü felsefe okulu Akademeia'yı kurdu. Böylece sonradan akademi olarak bilinen yükseköğrenim ve araştırma merkezlerinin (en geniş anlamda yükseköğrenim kurumunun veya ilk üniversitenin) de temelini atmış oldu. Bu okul Atina'nın kuzeyin de bilgelik tanrıçası Athena'nın kutsal yerleşim alanında kuruldu. Ağaçlar içinde bir gymnasiondu burası, adının kaynağı da Hekademos adındaki bir kahramana dayanıyordu. Platon'un kurduğu bu okul özellikle matematik, astronomi, doğa bilimleri, retorik, mantık, siyaset ve metafizikle ilgili geniş bilgilerin aktarıldığı adeta bir bilim yuvasıydı.
Platon'un otuzdan fazla diyalog ve on üç mektuptan oluşan bir külliyata sahip olduğu, bir kısmının hala kendisine ait olup olmadığı tartışmalı olan diyaloglarını Sokrates'in ölümünden önce kaleme almaya başladığı söylenir. Bu diyalogların sıralaması hala tartışılagelen bir konudur.
Aristoteles'e göre Platon'un felsefesinin oluşumunda etkili olan önemli şahsiyetler ya da okullar, başta Sokrates olmak üzere özellikle Pythagorasçılar ve Herakleitos'tur. Pythagorasçıların ruh ve ruhgöçü öğretileri, ayrıca salt akıl yoluyla elde edilebilir bir bilgi dalı olan matematiğin yetkinliğiyle ilgili görüşleri sahiden de Platon'u derinden etkilemiştir. Bunun yanı sıra Herakleitos'un bilgi kuramı da öğretilerinin şekillenmesine önemli katkılar sağlamıştır.
Platon'un temel felsefesini bilgi (episteme) kuramı üzerine inşa ettiği gözlemlenir. Platon'un bilgi sorunu, "bilginin ne olduğu," "bilgi türlerinin ne olduğu" ve "insanın nasıl bildiği" üzerine yoğunlaşır. Ama hemen belirtmeli ki, Platon bilgi derken bilginin özünü veya en üst bilgiyi, yani bilgeliği (sophia) kastetmektedir, çünkü onun gözünde episteme ile sophia aynı şeydir. Yine de başka bilgi türlerini de yok saymamakta, sadece belirli bir sınıflama yapmaktadır.
Platon'un "Bilgi nedir?" ya da daha doğrusu "Bilginin özü nedir?" sorusu, özellikle İÖ 369 yılına tarihlenen ve epistemolojisinin en büyük çalışmaları arasında sayılan Theaitetos diyaloğunda işlenir. Sokrates bu diyaloğun da baş konuşmacısı ve sorgulayıcısıdır. Diyaloğun Sokrates'in sorularını yanıtlayan diğer iki karakteri ise dönemin genç ve parlak matematikçilerinden Theaitetos ile Theaitetos'un öğretmeni Theodoros'tur.
Sokrates'in sorduğu "Bilgi nedir?" sorusuna Theaitetos'un verdiği ilk yanıt "Bilgi, algıdır" (aisthesis) olur, yani bilgi duyularımızla bir nesneyi algılamamızdır. Bunun üzerine Sokrates, bilgi algı olsaydı, yani sadece algılarımızın bize bildirdikleri olsaydı, o zaman Protagoras'ın "İnsan her şeyin ölçüsüdür," sözü de doğru olurdu, diye karşılık verir. Oysa insanın her şeyin ölçüsü olması, nesnel bir bilginin olmaması anlamına gelir; bunun nedeni de insanın algılarının göreceli olmasıdır, başka deyişle mutlak değil, izafi olmasıdır.
Bizi üşüten bir rüzgar bir başkasını üşütmeyebilir, bazılarına sert, bazılarına hafif gelebilir. Böyle bir durumda aynı rüzgara hem soğuk hem de soğuk değil demek zorunda kalırız ya da Protagoras'ın görüşüne uyarak üşüyenlere göre soğuk, üşümeyenlere göre de soğuk değil demek zorunda. Ama "ona göre, bana göre" şeklinde başlayan cümlelerle herkes için geçerli olan bilgiye varmak zorlaşır. Sonuçta Herakleitos da duyularla ilgili görüşlerini açıklarken, yani "duyulara sunulan şeylerin gelip geçici olduğunu, akış halinde olduğunu, bu yüzden de bilgi konusunda duyulara güvenmemek gerektiğini" belirtirken aynı şeyden bahsetmiyor mu? Öyleyse bilgi, algı değildir.
"Bilgi nedir?" sorusuna Theaitetos'un verdiği ikinci yanıt, biraz çekinerek de olsa, "Bilgi, doğru kanı (alethes doksa) olabilir" şeklindedir. Bunun üzerine Sokrates her şeyden önce "yanlış kanı" (pseudes doksa) diye bir şey var mı yok mu, onu araştırmaya koyulur.
Sonra şu çıkarıma ulaşır: Ne Theaitetos'u ne de Sokrates'i tanıyan bir kimse, "Sokrates, Theaitetos'tur" ya da "Theaitetos, Sokrates'tir" gibi bir kanıya varabilir mi? Eğer A gibi bir şeyin ne olduğunu biliyorsak, A hakkında her şeyi biliyoruzdur, dolayısıyla o şeyin mesela B olmadığını biliyoruzdur ve bu yüzden "A, B'dir" gibi yanlış bir kanıya varmayız. Öte yandan eğer A'yı bilmiyorsak, onunla ilgili hiçbir şey bilmiyoruzdur, dolayısıyla o şey hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Çünkü biz bir şeyi ya biliyoruzdur ya da bilmiyoruzdur, üçüncü bir şık imkansızdır. Buna bağlı olarak bir insan bildiği şeyleri bilmediğini, bilmediği şeyleri de bildiğini düşünemeyeceğine göre, nasıl olur da yanlış kanılara varabilir? Öyleyse insan için temelde yanlış kanı diye bir şey yoktur. Doğru kanı veya doğru algılama (doğru yargı) ise görülen ya da duyulan nesnelerle ilgili yargımızdır, ama böyle bir şeyin sürekliliği yoktur. Çünkü doğru kanının konusu görünüşler dünyasıdır. Platon özellikle Menon diyaloğunda, Sokrates aracılığıyla geometri hakkında hiçbir şey bilmeyen bir köleye geometri problemi çözdürürken doğru kanıların işe yararlığını gösterir, ama aynı zamanda bu kanıların gerçek bilgi olmadığını da kanıtlamaya çalışır. Köle doğru sorularla yönlendirildiğinde kendiliğinden sahip olduğu doğru kanılarla hiç bilmediği bir alanda bireysel bir başarı gösterebilir. Ama doğru kanılar, bilgide olduğu gibi insan ruhuna sımsıkı bağlı değildirler, bu yüzden de gün gelir kolayca kaybolabilirler. Dolayısıyla Platon'un anladığı türde bilgi değildirler.
"Bilgi nedir?" sorusuna Theaitetos'un verdiği üçüncü yanıt ise, "Bilgi, kanıta dayalı doğru kanıdır" (meta logou alethe doksan) şeklindedir. Platon için kanıta dayalı doğru kanı, ancak doğru kanının bilgi olabilmesi için atılmış bir adımdır sadece. Çünkü doğru kanının bilgi olabilmesi için onun neden doğru olduğunun, yani bir nevi hesabının (logos) verilmesi gerekir. Bu yüzden bu tür bilgi de bir episteme değildir.
Özellikle 7. Mektup'undan hareket edersek, Platon'a göre varolan bir şeyin bilgisini elde etmemiz için beş basamaktan geçmemiz gerekir. Bu basamaklar bizi o varlığın bilgisine götüren vasıtalardır.
Örneğin dairenin ne olduğunu bilmek için önce adı, tanımı ve imgesi bilinmelidir. Ad, bir kelimeden ibarettir. Söz konusu daireyse, o şeyin adı dairedir. Tanımı ise birtakım isimler ve fiillerden kurulu bir cümleden ibarettir; "Her noktası odağına eşit mesafede bir şekil, dairedir," gibi. Dairenin imgesi, dairenin taslağıdır. Dördüncüsü benim daireyi zihnimde nasıl kavradığımla ilgilidir. Beşincisi ise bu dairenin kendisidir, yani daire neyse odur; daireliktir, dairenin çekirdeğidir, özüdür. Bu mantık varolan her şey için geçerlidir, yani bahse konu olan ister düz bir şekil olsun, ister küre, hatta ister iyi olsun, ister güzel, ister ateş, su gibi doğa yaratımı öğeler, isterse tüm canlılar, hatta tüm duygu durumları.
Peki bu dünyada gördüğümüz daire şeklindeki tekerlekler, fıçılar, çarklar vs için durum nedir? Bunlar kusursuz daire değildir; bir yerleri eğridir ya da kabarıktır. Dolayısıyla bütün bu kusurlar, "her noktası odağına eşit mesafede bir şekil" olan daire tanımına halel getirir.
Kuma, kağıda çizdiğimiz daire şekilleri için de aynı şey söylenebilir. Öyleyse odağından uzak noktalarla çizdiğim daire şekilleri, benim daireden ne anladığımı gösteren şekillerdir, yani benim zihnimin birer ürünüdür. Ama benim zihnimin ürünü özneldir ve daire ideasıyla (fikriyle) aynı değildir. Daire fikri öznel değildir, tek tek insan zihinlerinin ürünü değildir; aksine nesnel bilgidir, kesindir, mutlaktır. Başka deyişle bu bilgi o kişiye göre böyle, bu kişiye göre şöyle olamaz; değişmez, kusursuz, her zaman ve her yerde doğru bilgidir. Gene de benim zihnimdeki daire fikri, kusursuz daire fikrinden pay almıştır, ona karşılık gelir; parmağımdaki yüzük gibi eksik bir tahmin ürünü değildir. Platon 7. Mektup' unda bu konunun başka herhangi bir konu gibi söze dökülemeyeceğinden, gece gündüz üzerine düşünüldükten sonra adeta bir kıvılcımla parlayan ateş gibi ruhta bir anda parlayıp bu şekilde kendi kendini besleyeceğinden söz eder. Platon'un felsefesinin özü olan idea, Yunanca idein fiilinden türemiştir ve "görülen şey" demektir. Platon bazen idea yerine eidos (görülen şey, biçim, şekil) kelimesini de kullanır. İdea bu bağlamda "imge, görünüş, biçim" anlamına gelir. Aristoteles idea kelimesini morphe (biçim) kelimesiyle karşılar, bazen de "cins, tür, sınıf" anlamlarında kullanır ki zaten Platon'un da kimi zaman idea yerine kullandığı eidos kelimesi, mantıkta "sınıflama ilkesi" anlamına gelir.
Latincede bütün bu anlamları karşılayan species kelimesi de, spicio (bakmak, görmek) fiilinden türemiştir ve Yunancadaki eidos ve idea gibi "görme" fiiliyle bağlantılıdır. Latince species kelimesi ayrıca "güzel olan, güzellik" anlamına da gelir. Bu durum, species kelimesini yine "güzel" anlamına gelen Latince formosus sıfatından türeyen forma (biçim, figür, şekil, uygun ve güzel görünen biçim) kelimesiyle eş anlamlı kılar. İşte Platon'un ideasında bu etimolojik içeriklerin hepsi mevcuttur ve felsefesinde derinleştikçe bu anlamların hepsinin Platon'un ideasında birbirinin içine örüldüğü anlaşılacaktır. Bu örgüyü açmak için önce ideadan ilk çıkaracağımız anlamla hareket edelim.
Platon'un ideası, en genel anlamıyla, "baktığımda ya da gördüğümde bana görünen biçim" demektir; yani bir şey gördüğümde o gördüğüm şey bir ideadır. Örneğin bir adam gördüğümde, onu kendisi olarak, yani bir insan olarak görürüm. Çünkü benim zihnimde, baktığımda gördüğüm şekle karşılık gelen bir insan ideası vardır ve ben onu gördüğümde bu ideadan pay almış olarak görürüm. Aynı şekilde beyaz bir kağıt parçası gördüğümde, bu kağıt parçasını beyaz görmemi sağlayan, zihnimdeki beyazlık ideasıdır. Yazılı bir kelimeye baktığımda onu hemen görmemin ve anlamamın nedeni onun bende bir ideası (fikri) olmasıdır. Eğer bu kelime yabancı dildeki bir kelimeyse ve benim bu yabancı dile hiç aşinalığım yoksa, onu hiçbir şekilde bilemem; sadece birtakım harfler görürüm, çünkü bende ancak bu tek tek harflerin bir ideası vardır. Ama söz konusu durumda bu harfler benim tanımadığım bir dizilişte olduğundan, kelimeleri tam manasıyla göremem, yani anlayamam. Benzer şekilde okumayı bilmediği gibi ne okuduğunu da bilmeyen bir insan, kitabı görmez ya da anlamaz, çünkü onda böyle bir şeyin ideası yoktur. Öyleyse idea, bilginin temelidir ve şeyleri olduğu gibi (neyse öyle) gösteren şeydir. Platon'a göre bir nesneyi genel anlamda bilmek için ilkin "Bu nedir?" diye sormak gerekir. Bu sorunun yanıtıyla biz söz konusu nesneyi bir kavram altına sokmuş, yani sorulan soruya verdiğimiz yanıtla bir yargıda bulunmuş oluruz. Örneğin "Bu nedir?" "Bu bir insandır," gibi. İşte bilgi, karşımızda duran nesnelerle ilgili bir yargıda bulunmamızdır. Yargı verirken de biz ilgili nesneyi genel bir kavramın içine yerleştirmiş oluruz. Bu yüzden daha derin anlamıyla bilgi, genel ya da tümel kavramlar oluşturmaktır. Algı burada hiç mi işe yaramaz? Tabii yarar. Algılar bize tek tek nesneleri gösterme işinde yararlı olur. Ama düşünce devreye girdiğinde, ancak o zaman algının gösterdiği nesneler genel bir kavram altında toplanır. Demek ki gerçek ya da doğru bilgi (episteme) duyularla değil, ancak onlar hakkında düşünmeyle elde edilir. Dolayısıyla her bilgi genel kavramları düşünmek demektir. O halde bilgi sahibi olmak için her şeyden önce genel kavramlar oluşturmak şarttır. Sonra da genel kavramlar arasındaki ilişkileri saptamak gerekir. Örneğin Phaidon'daki bir örnekten hareket edecek olursak, sıcaklık ve soğukluk arasında değişmez ve belirli bir ölçü vardır. Ama sıcak olan nesneler yeri gelir soğuk da olabilir. Buna rağmen "sıcaklığın kendisi" ve "soğukluğun kendisi" arasındaki o değişmez ölçü asla yok olmaz, hep vardır. Platon'a göre kar ateş karşısında eriyorsa, bunun nedenini bilmek için önce kar ve ateşin ne olduğuna bakmak gerekir. Kar yapısı gereği soğuktur, yani soğuk kavramının altında yer alan bir nesnedir. Ateş de yapısı gereği sıcaktır, yani sıcak kavramının altında yer alan bir nesnedir. Sıcaklık ve soğukluk birbirine hep karşıt kavramlardır, dolayısıyla nesneleri de birbirlerine hep karşıttır, yan yana gelemezler, gelirlerse bu örnekte olduğu gibi kar ateşin karşısında erir. Bu bilgi bütün diğer olaylar için de geçerlidir. Öyleyse Platoncu anlamda hakiki veya ezeli-ebedi bilgiye (episteme) ulaşmak, tek tek şeylerden yola çıkarak bunların ilk örneği olan idealara yükselmek ve idealar arasındaki ölçüleri idrak etmekle mümkündür. Platon'un bilgi kuramı sonuçta bizi iki evren ya da alem modeli tanımaya götürür:
1. Tek tek nesnelerin yer aldığı ya da sürekli bir değişim halinde ki alem; gölgeler alemi. Çünkü tek tek nesneler bugün varken yarın yok olabilirler. Bunlar ideaların silik birer kopyasıdır. Ama hiç kuşkusuz bunlar da bilinmeye değerdir.
2. İdeaların ya da ideal olanların alemi. İşte bu alem tek tek nesnelerin kendi idealarından pay aldığı, başka deyişle tek tek nesnelerin idealarının bulunduğu, tam, eksiksiz, kusursuz veya mükemmel olan alemdir. En önemlisi de ancak ve ancak düşünceyle kavranır.
İdealar alemindeki hiçbir idea, Adcıların iddia ettikleri gibi insanların kendi isteklerine göre düşünerek buldukları bir şey değildir. Yani sadece birer "addan" veya birer "kelimeden" ibaret değildir.
Onların kesin bir gerçekliği vardır. Adcılara göre bütün tavşanlar birbirine benzediği için insanlar onlara tavşan adını vermiştir ve bu adı bir idea olarak görmek yanlıştır. Başka deyişle tavşan ideası diye bir şey yoktur. Platon'a göre ise idealar birer ad ya da kelime olmaktan çok ötedir, gerçek varlığa sahip olarak kendiliğinden varolandır. Platon'un diyaloglarında bu iki alem arasındaki ilişki, birtakım ilkeler üzerine kuruludur. Ama bu ilkeler açıklanmadan önce tek tek şeyler kendi aralarında sınıflanır ve belirli bir ideaya bağlanır.
Bunu bir formülle açıklayalım: A, B, C'lerin hepsinin F olduğu yerde, bunların hepsi F'nin tek bir biçimiyle bağlantılıdır. Çünkü A, B, C'lerin hepsi F'nin tek bir ideasından pay alır ya da onu taklit eder.
İşte insanın dünyadaki hali bu kadar trajiktir, çünkü sadece gölgeleri görmekte ve hakikatin gölgelerini hakikatin (idealar aleminin) kendisi sanmaktadır. Oysa zincirlerini kırıp hem mağaranın hem de kendinin dışına çıkabildiğinde, bu dünyada duyularıyla algıladığı tek tek şeylerin gerçeğinin, yani ideasının birer taklidi, birer kopyası olduğunu anlayacak ve bunu anladığı anda da doğrunun ve hakikatin kendi yaşadığı dünyanın dışındaki bir alemde, idealar aleminde olduğunu idrak edecek ve ancak bu şekilde özün bilgisine erebilecektir.
Platon'un idealarını anlamak, felsefe öğretisinin temeli olan ahlak anlayışına ve insan, ruh, iyi, erdem, hatta din, dindarlık, devlet, devlet adamı, devlet yönetimi, eğitim ve öğretim gibi konulardaki görüşlerine de hakim olmak demektir.
Parmenides'ten beri felsefede aranan hakiki varlık, şeylerde içkin değildir, onların dışındadır, yani idealardadır. Bu yüzden bunlar şeylerin hakiki varlığını içeren metafizik varolanlardır; bunlar kelimenin tam anlamıyla vardır, yani Platon'un deyimiyle "varolan olarak varolandır" (ontös on). Idealar, varlığı varlık yapan bütün yüklemlere önceden sahiptir; bu yüzden bir'dir, değişmezdir, ezeli - ebedidir, yok olanla hiçbir şekilde karışmamıştır, harekete bağımlı değildir, dolayısıyla yok olmaya da. Yani zamana bağlı değildir; ne olmuştur, ne olacaktır ne de yok olacaktır. O hep vardır, olandır, olacak olandır; mutlak olarak, yani kayıtsız şartsız vardır. Şeylerin varlığıysa ikinci derecede, zamana bağımlı ve noksan olduğundan, ideaların varlığı üzerine kurulmuş ve idealardan pay almış olarak vardır. İşte Platon bu yüzden gerçekliği, duyularla algılanan şeylerin dünyası ile doğru, tam, kusursuz ve yetkin varlık olan ideaların dünyası olmak üzere ikiye ayırmıştır.
O halde ideaların varlığı aşağıdakileri bilmek için şarttır:
1. Şeyleri olduğu gibi (neyse öyle) bilmek için.
2. Varolan ve varolmayan (yani gerçek anlamda varolmayan) bu şeylerin olabileceğini bilmek için.
3. Şeylerin olmasının ve olmayı durdurmasının nasıl mümkün olduğunu anlamak için.
4. Varlığın tekliğinin (biricikliğinin) şeylerin çokluğuyla bir aradalığının (uyumunun) nasıl mümkün olduğunu anlamak için.
Platon şeylerin varlığını araştırmaya başlayınca ilkin paradoksal bir durumla karşı karşıya kalır, yani bu şeylerin gerçek varlıklarının olmadığını, bu yüzden de varlığın esasının keşfinde bu şeylerin kendisine yardımcı olamayacağını anlar. Bu durumda nasıl bir yol izlemeli ve varlığı bulmak için nereye bakmalıdır. Gerçek varlık (doğru ya da hakiki oluş) idealarda bulunmaktadır, ama idealar benim bilincime ancak dolaylı yollardan gelmektedir, yani bunlar dünyada yoktur. Yine de ben bir şekilde onları bilirim, onlar benim içimdedir, dolayısıyla bana şeyleri bilme izni verirler. Bu nasıl mümkün olabilir? Platon bu soruya bir mitos yaratarak yanıt bulmaya çalışır. Phaidros adlı diyaloğunda geçen bu mitos, idealar hakkında bilgi edinmemizi kolaylaştırdığı gibi. Platon'un ruh (psykhe) anlayışını ve insanın ilk kökeni hakkındaki fikirlerini anlamamıza da yardımcı olur, dahası Platonculuğun düşünsel yöntemini bir bütün olarak kavramamızı sağlar.
Bu mitosta ruh iki kanatlı atla çekilen bir arabaya benzetilir. Bu atlardan biri dizginlenebilen, iyi huylu bir attır, diğeri ise dizginlenemez, kötü huylu bir at (duygular ve içgüdüler) . Bu iki atı çeken arabacı (akıl) her iki ata da hakim olmaya çalışır. Atlı araba kanatlarıyla göklerin üstünde bir bölgede her şeyi temaşa etmek üzere idealar alemine yol almaktadır. Ama öyle bir an gelir ki, iki atın hızını dizginlemek mümkün olmaz ve araba devrilir, atlar kanatlarını kaybeder ve ruh da aşağıya düşüp bir bedende biçimlenir. Ruh, ideaları bir anlığına bile görebilmişse bu beden insanın bedeni olabilir ancak, bir hayvanın bedeni değil. Buna uygun olarak, yani ruhun ideaları az çok temaşa edebilme imkanına göre ruhlar arasında kendiliğinden bir hiyerarşi oluşur. Bu dokuz katmandan oluşan bir hiyerarşidir ve bu hiyerarşide filozoftan başlayarak teker teker aşağıya doğru inilir, ta ki bir tirana gelinceye değin.
Demek ki Platon için insan, ilkece gökten inen ve inmeden önce ideaları az ya da çok görmüş olan ruhun aşağıya düşüşünden ve bedenlenişinden ibarettir. Ne var ki insan ruhu bedenlendiği andan itibaren idealar aleminde gördüklerini unutur. Önceden sahip olduğu kanatlar, bedenlendiği anda işlevini yitirir, hantal bir çotuk olarak öylece kalakalır; ta ki insan şeyleri görüp de ruhunun önceki varoluşunda temaşa ettiği ideaları hatırladığında kımıldanmaya başlayıncaya değin. Kımıldanma, Platon'da bilmeye başlama anıdır. Ona göre insan şeylerle bilmeye başlar ki, şeyler onun hafızasını uyarsın ya da zamanında görmüş olduğu ideaları ona tekrardan hatırlatsın (anamnesis). Bu nedenle "bilgi, dışımızdaki şeyleri görmek değil, içimizde olanı hatırlamaktır." Şeyler onları terk etmemiz ve düşüncelerimizi idealara yükseltmemiz için sadece birer uyarıcıdır(Lat. stimulus), manalı birer metafordur, ideaların birer gölgesidir. Gölgeler, şeylerin işaretleridir ve bizi şeylerin varlığından haberdar ederler. Önceki kanatlarımızın bulunduğu sessiz, dilsiz kökü uyarırlar ve onu yeniden diriltmeye, kanatlandırmaya veya yeniden doğmaya teşvik ederler. Bir huzursuzluk hissettirirler önce, acı veren bir gıdıklanma; adeta uykudan uyandırmak, görülen rüyadan kaldırmak için atılan bir çimdik gibi. Kanatlara doğa tarafından ağır şeyleri yukarıya, ta havaya, yani tanrıların mesken tuttuğu yerlere kadar kaldıracak kuvvet bahşedilmiştir. Bu kuvvet Platon'daki eros'un (derin sevginin, yani aşkın) kendisidir; bu kuvvet, güzel şeylerin temaşasıyla başlayıp güzelin kendisi olan ideayı (güzellik) hatırlatarak sona eren ve böylece bizi idealar alemine götüren sevginin ta kendisidir.
O halde Platon'a göre insan düşmüş bir varlık olsa da, ideaları gördüğü veya şeylerin öz varlığını temaşa ettiği için hakikatten pay alan, ayrıcalıklı ve seçkin bir varlıktır. İnsana dair bu düşünce Platon için ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlayıcı en mükemmel önermedir. Daha önce konu ettiğimiz mağara benzetmesi hatırlanacak ve mağaranın içindeyken dışına çıkan insanın durumu düşünülecek olursa, Platon'da insanın iki ayrı gerçekliği (duyulur dünya ile düşünülür dünyayı veya maddi dünya ile idealar dünyasını) tek bir gerçekliğe indirgeyebilen biricik varlık olduğu anlaşılır, çünkü insan her iki dünyayı da gören tek varlıktır. Duyulur dünya ile zihindeki dünya insanın iki kapasitesi (imkanı) olduğunun en önemli işaretidir. İlkin mağarada bulunan insan ile sonradan mağaranın dışına çıkıp ışıkta duran insan, ilkece aynı insandır ve bu insan zihninde bu iki dünyayı birleştirebilecek imkana sahiptir. Dünya başlangıçta çiftken insanın karanlıktan aydınlığa geçişiyle bütünleşir. Bu yüzden bu dünyada yok olma, gerçek varlıktan pay alındığı için, idealar aleminde de yok olma anlamına gelmez.
Platon için, ruhların hiyerarşisine benzer şekilde, idealar aleminde de zihnimizde bir piramit olarak canlandırabileceğimiz bir yükseliş söz konusudur. Zaten insanın idealar alemiyle iletişimi (koinonia) bu tür bir hiyerarşi sayesinde mümkün olur. İşte idealar piramidinin en üstünde İyi (agathon) durur. Dolayısıyla iyi de bir ideadır, ama en yüksek ve en değerli idea. Bu "ideaların ideasıdır, ya da bir benzetmeyle söyleyecek olursak, Güneş'in ideasıdır. İyi yanıyla da ideaları görmüştür ve onlarla özel bir iletişimi ya da bağı vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu bağ onu ölümsüz kılar. Ruhun ölümsüzlüğünün Pythagoras ve taraftarlarının felsefesinde önemli bir yer tuttuğu hatırlanacak olursa, Platon'un da bu konuda onların görüşlerinden fazlasıyla etkilenmiş olduğu anlaşılır.
Platon'a göre ruh, üç bölüme ayrılır:
1 . İştahla ilgili maddi bölüm: Bedenin ihtiyaçlarına bağlı olan ve bedensel arzuların, tutkuların vs doğrultusundaki bölümdür. Tek işi sevmek, acıkmak ve susamaktır; doymak bilmez ve sürekli haz almak ister. Midede yer alır.
2. Heyecanlarla ilgili bölüm: Dürtüler, heyecanlar ve duygulara bağlı olan bölümdür. Ruhun her türlü heyecanla kıpır kıpır olduğu, kah kızdığı, kah sevindiği, kah coştuğu vs yerdir. Yürekte yer alır.
3. Akılla ilgili bölüm: ideaların ve aklın buyruklarına göre davranan iradenin bilgisine ermemizi sağlayan bölümdür. Başka deyişle ruhun tanrısal bölümüdür. İnsanın akılla kavradığı her şeyle bağlantılıdır.
Asıl amacı ruha heyecanlarına gem vurmasını bildirmek ve onu yeniden idealara kavuşturmaktır. Kafada yer alır. Platon'un ahlak öğretisi de işte bu üç bölümden ibaret ruhla bire bir ilintilidir. Çünkü ruhun her üç bölümünün de bir şekilde idare edilmesi gerekir ve mükemmel işlemesini mümkün kılacak bir niteliğe, yani erdeme veya kuvvete ihtiyacı vardır; buna ruhsal yetkinlik (arete) de diyebiliriz. Ruhun iştahlarla ilgili bölümünün, yani tutku, istek ve arzularla (eros, epithymia) dolu yanının ölçülülüğe (sophrosyne) ihtiyacı vardır. Heyecanlarla ilgili canlı, kıpır kıpır bölümü (thymos) cesaret ya da yiğitliğe (andreia) ihtiyaç duyar. Akli yan (logos, nous) ise ruhun tanrısal veya ölümsüz bölümüdür ve bilgelik ve sağduyuyla (phronesis) donanımlı olmak zorundadır. Ama Platon'da dördüncü bir erdem ya da kuvvet daha vardır ki, o da adalettir (dikaiosyne); çünkü ruhu oluşturan bölümler bir birliğin öğeleri veya bir bütünün parçalarıdır, dolayısıyla birbirleriyle bağlantı içindedir. Bu bölümler arasında kurulabilecek adil bir ilişki, ruhun en önemli erdemidir. Bu dört kuvvet, sonradan Hıristiyan öğretisine sağduyu, adalet, cesaret veya yiğitlik ve ölçülülük olarak miras kalacaktır.
Platon'un ahlakı en yüksek iyiye ulaşma çabası üzerine şekillenmiştir. Çünkü en yüksek iyi mutluluğun (eudaimonia) kendisidir ve insanın tüm yaşam çabası mutlu olmaya yöneliktir. İnsanın mutlu olmasının anlamı, zihinsel istek ve eğilimlerinin tam olarak karşılanması, yani zihinsel doygunluğudur. Aslında bu anlamdaki bir doygunluk tüm Yunan ahlak anlayışının özüdür. Platon'da bu gelenek içinde yetişmiş bir filozof olarak her şeyden önce insanı en yüce iyiye götürecek, yani insanın ruhunu doygunluğa ulaştırıp ona mutluluğu tattıracak olan yollan araştırmıştır. Tıpkı Sokrates gibi o da insanın tüm davranışlarını bu mutlu sona ulaşmayı hedefleyecek şekilde ayarlamak gerektiğinin üzerinde durmuştur. Ona göre mutluluk, yani "iyi olma hali" herkesin isteyeceği bir şeydir, bu anlamda insanın yaşamdaki en anlamlı çabasıdır. Ama bu çabalamada en önemli konu, iyinin nerede bulunacağını görmektir.
Platon için iyinin idealar dünyasının en üst katmanında yer aldığını belirttik. O zaman bu en üst katmana ulaşmak için her şeyden önce insanın kendi içine çekilmesi, ruhuna bakması ve daha önce temaşa ettiği iyiyi orada görüp tanıması gerekir. Bu da tefekkürün ta kendisidir. Böyle bir tefekkürse ancak madde aleminden kopmakla mümkün olabilir. Öte yandan insanı bu çabaya teşvik edici olansa maddi alemde, yani duyular aleminde gördüğü güzelliklerdir. Çünkü insan bu güzellikleri görmeli ki, ruhu onların ardındaki güzellik kavramına (kalon) ulaşmak için kıpırdanmaya başlayabilsin. O halde Platon için en yüksek iyiye ulaşmada madde aleminden ayrılmak ne kadar önemliyse, bu alemdeki güzellikleri seyretmiş olmak da o kadar önemlidir. Ne var ki madde aleminde, idealar dünyasında bulunmayan eksiklikler ya da kötülükler de mevcuttur. Kötülük, iyinin karşıtı olarak salt madde aleminde her zaman bulunan bir durumdur ve insan istese de istemese de madde aleminde hüküm süren kötülüğü tümüyle ortadan kaldıramaz; oysa idealar aleminde kötülüğün bir ideası yoktur, çünkü o alemde eksiklik diye bir şey söz konusu değildir. Öyleyse insan elinden geldiğince erdemini (arete) ve sağduyusunu (phronesis) devreye sokarak yaşadığı dünyada iyiyi kötüden ayırt etmeyi bilmeli ve her türlü kötülükten uzak durabilmeyi başarmalıdır.
Platon için beden ruhun hapishanesidir. Ruh beden içindeyken tutsaktır, zincirlerle bağlıdır, kanatları yoktur. Buna rağmen akli yanını kullanıp bedenin içindeki karanlığı görme ve o karanlıktan kurtulmak için çaba harcama imkanına, hatta kanatlarını eskisi gibi çırpa çırpa idealar alemine düşünsel bir yolculuğa çıkabilme imkanına sahiptir. Bu anlamda Platon'un bütün ahlak öğretisi aslında insanın "içe bakış" denemesidir veya "ilk halini hatırlama" denemesi. Burada şunu da gözden kaçırmamak gerekir: Ruh bedeni kötü bulduğu için ondan kaçsa da, asıl kötülük ruhun kendisindedir, ruhun bedenlenmesindedir, yani ruhtadır; öyleyse ruh kendi işlediği kötülükle yine kendisi mücadele etmek durumundadır. Ayrıca kötülüğü işlediğinde bunun cezasını çekecek olan da yine kendisidir.69 Ruhun bedenleme anında başlayan ve yavaş yavaş serpilip boy atan eksiklikler ve kötülükler zamanla onu maddi aleme iyice bağlamış ve gitgide aşağılara doğru çekmiştir. Bedenin isteklerine boyun eğdikçe ruhun işlediği bu kötülük daha da hararetlenmiştir. Bu yüzden yapılacak ilk iş, sağduyu ya da aklı her zaman işler durumda tutup bedensiz bir yaşama, yani salt zihinsel bir yaşama kavuşmanın yollarını aramaktır. Bu da ancak felsefeyle mümkün olur. Şu da var ki Platon'da iki dünya, yani iki gerçeklik söz konusu olduğundan, insanın beden kısmı da tümden değersiz değildir; çünkü ruhun akli kısmını işletip doğruyu, iyiyi ve güzeli görmesini ona ancak beden sağlayabilir. Bu diyalektik bir süreçtir. Bu yüzden Platon bu noktada sevgi öğretisini geliştirip bu hisle ruha madde aleminde neleri istemesi ve nelerden kaçınması gerektiğini anlayabileceğini göstermek istemiştir. Bu bağlamda özellikle Symposion ve Phaidros adlı diyaloglarında sevgiyi (eros) bilgiye erme yollarından biri olarak sunmuştur. Bu yol insanı idealara sıkı sıkıya bağlayan bir gönül yoludur. Sevginin verdiği güç ya da ışık olmasa, ruhun idealara kavuşma gibi bir isteği de olmaz. Platon'a göre iyi ya da güzellik ideası madde alemine bütün parlaklığıyla yansır ve ruhu cezbedip kendisine doğru çeker. "Bu dünyanın güzelliklerini görerek başlayacaksın işe," der Platon, "çünkü ancak bu şekilde kademe kademe Güzel'e (kalon) ulaşabileceksin. Güzel bir nesneden iki güzel nesneye, iki güzel nesneden üçüncüsüne geçe geçe, bu güzelliklerden güzel işlere, sonra güzel bilgilere ve en sonunda da biricik bilgiye varacaksın. Bu biricik bilginin anlamı ise mutlak güzellikten başka bir şey değil."
En yüksek iyi, güzellik ve bilgi, haz, ölçü ve doğrulukla harmanlanmış demek ki Platon'da. Bu yüzden ruhun bu değerleri tek tek madde aleminde, yani şeylerde görmesi, ayırt etmesi, sonra da onlan kendinde birleştirip bütünlemesi gerekir. Platon haz ve hoşnutluğu en iyiye götürecek bir duygu durumu olarak kabul etmekle bunların karşıtı olan keder, hoşnutsuzluk ve acıyı da kabulleniyor demektir. Demek ki Platon'un ahlak öğretisi, Stoacı ahlakta olduğu gibi mutlaka acıdan uzak durulmalı demiyor insana, yani insanın her an apatheia durumunda yaşamasını öğütlemiyor. Aksine madde aleminde acı, keder vs gibi kendini huzursuz edecek bütün hisleri tatmalı ki, gönlündeki idealara kavuşma özlemi de bir o kadar artsın; yeter ki bu tür karşıt duygulan o gönülde bilgece harmanlamayı bilebilsin.
Platon'a göre ruhun sağlıklı, yetkin ve düzenli oluşu onu erdemli kılan niteliklerdir. Erdem (arete), ruhun yetkinliğidir. Bir insan erdemli oldukça, yani ruhu yetkinlik kazandıkça veya bilgilendikçe iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, tam olanı eksik olandan ayırt etmesini de öğrenir. O halde insanı en üstün iyiye, dolayısıyla mutluluğa ancak kendi ruhunun yetkinliği ulaştırabilir. Ruhun yetkinliği için de her şeyden önce iç düzenine veya uyumlu olmaya (harmonia) özen göstermesi gerekir. Zaten ruhun iyi olması, uyumlu olması demektir, kötü olması da uyumsuz olması. Ruhun dengesinin yitirilmesi, uyumsuz olmasına davetiye çıkarır. Bu dengeyi kuracak olan da akıldır. Akıl ruha hakim olduktan sonra ruh yalnızca kendi iradesiyle hareket eder, başkalarının iradesine göre değil. Kendi iradesi de aklının ona buyurduklarından başka bir şey değildir. Aklın buyruklarına uymaksa bedenin kışkırtıcılığına yanıt vermemek, tutkulara ve aşın heyecanlara kapılıp gitmemektir.
Sokrates'te olduğu gibi, Platon'a göre de erdem bilgidir. Bu bilgi doğuştan insana verilmiş bir armağan olmakla birlikte doğru bir çabayla da kazanılabilir. Ama aslında bu bize göre bir ve aynı şeydir. Çünkü doğuştan ruha verilen armağanlar, Platon'un iki dünya gerçekliği temel alınarak düşünüldüğünde, madde alemine düşen bir ruhun unuttuğu armağanlarsa, bunlar sonradan gösterilecek çabayla yeniden kazanılabilir. Menon diyaloğunu tekrar hatırlarsak, kölenin doğuştan itibaren kendinde birtakım armağanlar olmamış olsaydı, yani köle doğuştan birtakım değerlere sahip olmasaydı, ruhunda doğuştan getirdiği bir bilgi havuzu bulunmasaydı, kendisine sorulan sorular doğru bile olsa bu sorulara yanlış yanıtlar vermesi ve ilgili problemi çözememesi hiç de şaşırtıcı olmazdı. Oysa bu köle Sokrates'in maieutike (doğurtma) yöntemiyle kendinde zaten varolan bilgileri doğru bir mantık yürüterek sonuca erdirmesini bilmiştir. Bu diyalog bize Platon'da doğruyu saklı durduğu yerden çıkarmak maksadıyla yapılan konuşmanın, yani diyalektiğin de tüm gizemli anahtarlarını verdiğinden, tekrar tekrar okunmaya değerdir. İnsan böyle bir konuşma veya öğrenme ortamında içindekilerin yukarı çekildiğini ve yavaş yavaş ilk örneklerin hepsini anımsadığını (anamnesis) fark eder ve kendi diline getirir. Platon'un burada kullandığı anamnsis terimi bu durumu gayet iyi ifade eden bir anlam içeriğine sahiptir. Bu tür bir anımsama, önceden öğrenilen bir şeyin zihinde canlanmasıdır, adeta yeniden doğmadır ve deneyden tamamen bağımsızdır. Kısacası anamnesis, ideaların zihinde yeniden can bulmasıdır, başka deyişle salt ruhta varolan ilk bilgiyi yukarıya doğru çekmekten başka bir şey değildir.
Platon'da insan ruhunun ölümsüzlüğü ve yeniden hatırlama özelliği Yunan mitoslarında sıkça işlenen Lethe (Unutkanlık) Nehri'ne ait özelliklerin felsefeleşmiş biçimidir aslında. Bu bağlantıyı kurmamızda bize özellikle Gorgias diyaloğunda Sokrates'in sorduğu şu soru yardımcı olur: "Kim bilebilir, acaba yaşamak mı ölmektir, yoksa ölmek mi yaşamak?" Yaşamla ölümün bu kadar iç içe geçmiş olması Yunan dininin de temelinde yer alan düşüncelerle örtüşür. Çünkü dünya yaşamını derinden kavramak isteyen zihinler için yeraltını, yani ölümü de derinden kavramak esastır.
Platon'un geleneksel dinden çıkardığı ve Orpheus gizem dini ile Pythagorasçıların görüşlerini birbirine örerek oluşturduğu, ahlak anlayışının temel taşlarını döşeyen ruh öğretisi ve anamnesis fikrini ayrıntılı olarak anlamak için, demek ki antikçağın dünya ile öte dünya (Hades) üzerine geliştirdiği fikirleri, özellikle konumuz bağlamında Lethe Nehri'nin bir Yunan için ne anlam ifade ettiğini iyi bilmek gerekir.
Antikçağ insanı yaşadığı dünya ile öte dünya arasındaki sınırın yeraltının nehirleriyle çizildiğini hayal etmiş ve Hades'in hemen girişine de Nefret Nehri'ni (Styx) yerleştirmekle işe koyulmuştur. Bu nehir onun için yaşamın bittiği ve ölümün başladığı sınırdır. Ölümün bittiği ve yaşamın başladığı sınır ise Hades'in çıkış kapısında yer alan Lethe ya da Unutkanlık Nehri'dir. Adını, ele avuca sığmayan sularının ruha önceki yaşamını tümüyle unutturma özelliğinden almıştır; çünkü bu sular insanın dünya üzerindeyken yaşadığı bütün sevinçleri ve üzüntüleri, ölünce gördüğü, tanık olduğu bütün sırları ve bedelini ödediği cezaları, yani her şeyi ama her şeyi unutturan bir niteliğe sahiptir. Nehrin bu niteliği ilkin belki insanoğlunun içini kasvetle doldurur, çünkü insan hafızayı, hatırlamayı doğal bir içgüdüyle sever; hafızasının ağırlığından zaman zaman kıvranacak kadar sancı çekse de, yine de hafızayı sever; ama unutma, yani Lethe'yi sevmez. Oysa Lethe'nin suları şifalıdır. Yaşamaktan ve ölmekten kirlenen, pas tutan hafıza deposunu yeniler. Lethe hafızanın bağlayıcılığını unutmayla çözer. Çünkü yeniden yaşamak için önceki hafızada tam bir bahar temizliğinin yapılması şarttır. Bundan da öte insan unutmaya yazgılıdır, insan unutan bir varlıktır, yani bir animal obliviscens'tir. Lethe'nin şifa vericiliğinin kanıtı, Yunan ve Roma dininde onun Hades'in sonunda yer alan Elysium'a, yani Cennet Adası'na yerleştirilmiş olmasıdır. Elysium, kutlu ruhların mekanıdır, yani öte dünya mahkemesinde cezalarının kefaretini rüzgarlarla dövülerek, girdaplarda dönerek ve ateşlerde dağlanarak ödemiş, adeta ceza çekerek terbiye olmuş kutlu ruhların.
Yeniden yaşama hakkı elde eden bu ruhların çoğu yazgı emrettiğinde Elysium'un sonunda yer alan Lethe Nehri'nin kıyısına üşüşür ve saf göksel bir soluk halini almışken yeniden o kara, o kasvetli ve her yanı dikişli beden elbisesini giymek üzere Lethe'nin sularından içer, hem de pürtelaş. Sonradan Romalı şairVergilius'un Aeneis adlı destanında işlenecek olan bu sahne, Rönesans tablolarına esin kaynağı oluşturacak değerde, canlı ve ateşli bir üslupla anlatılmıştır. Kullanılan her kelime ve her fiil, Lethe'nin bulunduğu mekanı, unutkanlık içen ruhların hevesli hallerini ve insan vücudunu tir tir titreten antikçağ hakikatini tüm çıplaklığıyla adeta gözler önüne serer ve zamanında Platon'un anamnesis kavramına neden bu kadar önem verdiğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. O halde Vergilius'un bu canlı sahnesinin içine girip geçmişte Platon'un ahlak anlayışında ön plana çıkardığı ruhun ölümsüzlüğü ve anamnesis fikrini de doya doya özümsemede fayda var.
Vergilius'un kahramanı ve Roma'nın efsanevi kurucusu Aeneas, ölmüş olan babasından geleceğe dair bilgiler alabilmek için tannsal bir izinle öte dünyaya gider. Babasıyla Cennet Adası'nın o kendine özgü güneşinin erguvan ışıklar saçtığı yemyeşil vadisinde karşılaşır. Gözyaşlarıyla birbirlerine sanlmak ister baba ile oğul. Ama biri bedenli, yaşayan bir varlıktır, diğeri bedeninden kurtulup yaşamının kefaretini ödemiş saf bir esinti, yani bir ruh. Bedenlilik ile bedensizlik birbirine sarılamaz. İşte tam o an Aeneas gözlerini vadinin derinlerine çevirir ve gördüğü manzara karşısında dehşetle irkilir. Lethe'nin kıyısına üşüşmüş ruhlar büyük bir hevesle unutkanlık içmekte ve yeni bir yaşama kavuşmak için acele etmektedir. Aeneas'ı irkilten bir olaydır bu, çünkü bir ölümlü olarak evrenin bu sırlı anına tanık olmaktadır. Tanık olduğu bu sır yaşamın, ölümün son kıyısında, yani Lethe'de başladığı hakikatidir. Hemen eliyle gördüğü manzaraya işaret eder Aeneas ve sorar babasına:
"Şu ruhlar buradan yukarıya, göğe çıkacak olan ruhlar mı baba, bu atıl bedene girmek üzere yolculuğa mı hazırlanıyorlar yoksa? Gün ışığına çıkmak için nasıl da dehşetli bir arzu duymakta ah bu zavallılar."
Aeneas'ın gördüğü ruhlar kaderin tekerinde tam bin yıl dönmüş ve bu şekilde bütün kirlerinden ve lekelerinden arınarak saf göksel ateş halini almış ruhlardır, cam gibi parlaktır hepsi. Lethe Nehri'nin suladığı ağaçlık, yemyeşil bir vadinin kuytularında kendilerine ayrılan sınırlı bir mekana üşüşmüşlerdir. Bu mekanın orta yerinde bir tumulus (höyük) yükselmektedir. Ruhlar bu tumulusun etrafını çevirmişler, vadinin çukurunda bekleşmektedirler. Bu tumulus bir terra tumens, yani "şişmiş ve adeta patlamaya hazır hale gelmiş topraktan bir yığın"dır. Toprağın bu görünümü aslında yukan dünyaya geçişin de bir simgesidir. Evrensel yasanın çağrısına uyup buraya toplaşan ruhların etrafının bu tumulusla, yani belirli bir sınırla çevrilmiş olması ve onların da bu tumulus'un etrafındaki çukurda duruyor olmaları, gün ışığına çıktıklarında girecekleri bedenin bir ön hazırlığıdır, yani vadinin çukurundan bedenin çukuruna düşme anının başlama işaretidir. Bu manzara insan aklının kavrayamayacağı kadar anlamlı ve derin bir manzaradır. İşte bu manzara, Lethe'nin aletheiayla (Lat. veritas: hakikat) bağlantıya geçtiği andır. Bilindiği üzere aletheia "doğru, gerçek, doğruluk, samimiyet ve içtenlik" anlamlarına gelen bir kelimedir. Homeros'ta adil kralın ve tanrısal esinli şairin sözüdür. Bu kelime lanthanein fiiliyle (ya da bu fiilin eski biçimi olan letheinle) bağlantılıdır. Bu fiilin anlamı "gözden veya dikkatten kaçmak, görülmemek"tir; a- olumsuzluk eki ve lanthanein fiilinden türeyen aletheia ise, lethi!'nin "unutma" ve "unutkanlık" anlamını olumsuza döndürür ve ona "unutmama, olanı olduğu gibi göstenne" anlamını kazandırır. Böylece aleth-, "üstü örtülü olmayan, gizli saklı olmayan, açıkta olan, unutulmamış olan" anlamlarına gelir. Aletheia ise, yalan ya da sadece görünüş olanın zıddıdır, yani çağdaş yorumuyla hakikattir. Öyleyse unutmanın mitolojik ırmağının adıyla aynı kökten türeyen aletheia, yalın anlamıyla "unutmama" demektir. Bu anlamda hatırlama, yani mnemosyneyle bağlantılıdır. Lethe'nin üstüne esrar perdesi çektiği hakikat, a- olumsuz ekiyle birdenbire gün yüzüne çıkar, yani esrar perdesi açılır. Aletheia, "unutma"nın gerisingeriye "hatırlama" olarak dönmesidir. İşte Platon'nun ruhun içindeki ilk bilgilerin yukarı çekilmesi, yani esrar perdesinin aralanması fikri de buradan kaynaklanır.
Letheyle kaybedilen anlam, aletheiayla geri gelir, belirsizlik ve karanlık tümüyle ortadan kalkar. Başka deyişle ilk bilgi, unutmayla birlikte hafızanın derinlerinde tekrar ele geçer. Batı felsefesinin yüzyıllardır süren hakikat arayışındaki başlangıç noktasının unutmama, yani hatırlama, dolayısıyla hafıza üzerine kurulmasını, demek ki her şeyden önce bu kavramı oluşturan Yunanca kelime öğelerinin, yani Yunan dinindeki Lethe ve Lethe'nin işlevi üzerinden anlamlandırmak gerekir. Bu yüzden hakikat arayışındaki bir düşünürün yolu mutlaka Yunan-Roma yeraltı dünyasından geçmeli ve orada olup bitenden haberdar olmalıdır. Daha doğrusu aletheiayı anlamak için önce Yunan-Roma düşüncesindeki yaşam, ölüm, hatırlama ve unutma kavramlarını birlikte ele almak ve bunları birbirine bağlayan incecik iplikleri önce edebi, sonra felsefi bir titizlikle çözmek gerekir. Çünkü unutmak için önce hatırlamak, hatırlamak için de önce unutmak gerekir. Çünkü hakikatin bir kolu hatırlamaksa, diğer kolu unutmaktır. Çünkü insan hem hatırlamaya hem de unutmaya yazgılı bir varlıktır.
Lethe suyunun unutturduğu nedir öyleyse? Yanıt açıktır; sadece ve sadece ruhun hem önceki yaşamının anıları hem de Hades'te karşılaştığı hakikat. Çünkü ruh yeniden yaşamak için gerçeğin (aletheia) verdiği sancıyı ya da o tuhaf sevinci unutmalıdır. Ama Lethe'den su içmekle ve unutmakla hafıza kaybolmaz, yalnızca hafıza deposu boşalır. Tam anlamıyla Yunan geleneğinin özünden beslenen Platon bu durumu gayet iyi bildiğinden, ruhun yeniden yaşama başlarken her şeyi unutmuş gibi görünse de aslında işin içyüzünün böyle olmadığını, hafızanın anamnesis, yani bilgiyi geri çağırma yetisi sayesinde önceden öğrendiklerini hiçbir şekilde unutmayacağını belirtmiştir. Çünkü ona göre ruh tanrısal kökenlidir ve gerçeğin bilgisi ruha içkindir. Dolayısıyla bilgi ruhta ezelden beri vardır,04 ama her yeniden bedenlenmede doğum anının ani ve büyük sarsıntısıyla bu bilgi unutulur. Öğrenmek, unutulanın yeniden keşfedilmesidir. Öyleyse Lethe'nin suyundan içerken insan her şeyi unutmakla birlikte anamnesis yetisini kaybetmez ve yeryüzüne sıçrarken alttaki hakikatle bağını asla koparmaz. Hakikatle ilgili bilgisini dünya yaşamında öğrendikleriyle yeniden elde eder. Demek ki bu bağın verdiği güvence, kaderin Lethe'nin kıyısına topladığı ruhların bu suyu büyük bir iştahla içmelerine neden olmaktadır. Yoksa unutkanlık bu kadar iştahla içilebilir mi?
Yunan-Roma dininin bu işleyişi, Orpheus dini gibi belli başlı gizem dinlerinde değişiklik gösterir, çünkü bu dinlerde hakikatin bilgisi insana bu dünyada verilir ve bu bilgiyle öte dünyada kurtuluşa ermesi sağlanır. Bu yüzden bu dinlerde öğrenilenin unutulmaması esastır. Bu dinlerde Lethe rolünü Mnemosyne (Hatırlama, Hatırlayış) Nehri'ne kaptırır. Orpheus'un müritlerinin öldüklerinde mezarlarına konan altın tabletler bu gerçeği gayet açık bir şekilde dile getirir; çünkü bu tabletler öte dünyaya göç eden müridin adeta birer yol haritası gibidir;85 burada yazılanlar o kara, o kasvetli dünyaya göç eden ruhun feneridir. Bu fenerin ışığı ruhun tanrısal kaynağına geri dönmesine yardım eder ve ona göğe açılan yolu gösterir. Örneğin arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkan bir mezardaki altın tablette şunlar yazılıdır:
1 Hades'in evinin solunda bir pınar bulacaksın,
2 ve beyaz bir servi, hemen yamacında duran.
3 Aman sakın yaklaşayım deme bu pınarın yanına.
4 Bir başka pınar daha var orada, Hafıza Gölü'nden doğup
5 buz gibi sularıyla fışkıran, önünde bekçiler durmakta.
6 Şöyle söyle onlara: 'Ben Toprağın ve yıldızlı Göğün oğluyum,
7 ama soyum tanrısal. Bir tek sen biliyorsun bunu.
8 Yanıp kavruldum susuzluktan, yok oluyorum; n'olur hemen ver bana,
9 şu Hafıza Gölü'nden fışkıran buz gibi suyu...
Buradan da anlaşılacağı üzere Orpheus dininde Hades'e giden ruhların ilk karşılaşacağı nehrin adı verilmese de, bunun Lethe Nehri olduğu açıktır. Bu nehrin yanında duran servi ağacıysa ruhun karanlıkta ilk karşılaşacağı ışıktır. Ruh bu ışığa kanıp nehrin sularından unutkanlığı içecek ve daha yolun başındayken Hades'in sessiz derinliğinde yolunu şaşıracaktır. Kim olduğunu hatırlamadan, ne geçmişini ne de geleceğini bilmeden öyle kaygısızca dolanıp duracaktır.0G Servi ağacından yayılan ışığın albenisine kapılıp yanındaki sulardan içmeyen ve dümdüz yoluna devam eden ruhlarsa Mnemosyne Nehri'ne ulaşacaklar ve onun sularını içtikleri anda da işkencelerinden kurtulup göksel alemde kendileri için hazırlanan yerlere yerleşerek kutluluğun hazzına varacaklardır. Çünkü Mnemosyne'nin derinlerdeki anlamı "hafıza" dır. Hafıza sularının en önemli işlevi, yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere, toprağın ve göğün oğluna, yani ölümlü insana tanrısal soydan geldiğini ve aslında ölümsüzlükten pay alan bir varlık olduğunu yeniden hatırlatmaktır. Bu suyun başında duran bekçilerin kimliği belirsiz olmakla birlikte, ölü ruhların ilk karşılaştıkları anda hiçbir şekilde korkmayacakları özelliklere sahip varlıklar oldukları anlaşılmaktadır; bunlar tıpkı Thebai'ın bekçisi sfenks gibi sadece "Kimsin, nesin, niçin buradasın?" türünde sorular soran ve adeta ruhun tanrısal kökenli olduğunu hatırlamasına yardımcı olan hafızanın bekçileri veya nöbetçileridir. Burada hafızanın sıradan Hades mitoslarına oranla kat kat daha fazla onurlandırıldığı açıktır. Çünkü buradaki hafıza insana ölümlülüğünü aşıp ölümsüz olma onurunu kazandırmaktadır. Orpheus dininde ölüm, yeni bir birey olarak doğmakla eştir. Satırlarında "Aynı gün ölüp bir birey olmak, ah ne yüce bir mutluluk!" diye yazan bir başka tablette bu düşünceye açıkça tanık olmaktayız.
Bu satırlarda asıl dikkat çekici nokta, hatırlama ve unutma arasındaki bağlantılarda suyun önemli bir rol üstlenmesidir. Hades'e giren Orpheus müridinin o karanlık patikada ilk hissettiği duygu susuzluktur, hem de öyle böyle değil, içini kavuracak kadar yoğun bir susuzluk. Bu, ölü ruhun tutkusunu deneme fırsatlarından biridir. Ruh, susuzluk dürtüsüyle ilk önüne çıkan pınardaki suyu içmemeli, susuzluğuna dayanabildiğince dayanmalı ve yoluna devam edip de ikinci pınara gelince durup onun sularını içmeli ve susuzluğunu öyle gidermelidir. Hades'le ilgili genel anlatımlarda ise ruhun son yolculuğunu da Lethe'nin suyundan içerek tamamladığı ve susuzluğunu gidererek yeniden ışığa kavuştuğu gözlemlenir. Bu sular buz gibidir ve ruhu serinletici bir özelliğe sahiptir. Ölü gömme törenlerinde mezara su serpilmesinin nedeni de ruhun ilk hissedeceği duyguya, yani susuzluğa çare sunmak, ruhu serinletmektir. Bundan başka suyun bir de arındırıcı bir görevi vardır. Mnemosyne'nin suyunu içen susuzluğunu giderirken arınır ve yeni bir birey olduğunun da ayırdına varır. Lethe'nin suyundan içen de susuzluğunu giderirken yine arınır ve yepyeni bir birey olmak üzere yeni bir yolculuğa başlar. Lethe'den su içme, amnstia (toplu olarak affedilme) anıdır. Amnestia, önceki yaşamda yapılanların kefareti ödendiği için, yeni doğanların pirüpak doğumuna izin verildiği andır. Çünkü Lethe'nin yasası amnestia (Lat. perpetua oblivio), yani genel af üzerine kurulur.
Yunan dininin bu iki önemli nehri, antikçağ edebiyatında çok tanınan ve adeta tanrı yerine konan mimar Trophonios'un Lebadeia'daki mağarasının girişinde de karşımıza çıkar.88 Bu mağara bir kehanet merkezidir ve öte dünyanın yeryüzündeki simgesidir. Mağaraya kehanet danışmaya gelenler birkaç gün mağara dışındaki tapınakta kalırlar ve burada arınarak kehanet almaya hazır halde gelirler. Buz gibi mağaraya girdiklerinde vücutları donmasın diye önce mağaranın girişindeki Herkyna Nehri'nde yıkanırlar. Bu nehre hem Hatırlama'nın hem de Unutma'nın suları karışmıştır. Kehanet almaya gelen kişi bu suların her ikisinden de içer. Böylece önceki düşüncelerinin hepsini unutup yeni şeyler öğrenmeye hazır hale gelir. Ardından yaklaşık on üç yaşlarındaki iki çocuk eşliğinde mağaraya girer. Öte dünyanın yeryüzündeki temsili olan bu mağara bir girdabı andırır. Kehanet alındıktan sonra gerçeği öğrenmenin verdiği şokla sarsılacak olan bedenin ve titreme nöbetlerinin, görülecek sanrıların ve başka bir benliğe geçiş halinin adeta bir simgesidir.89 Kehanet alacak kişi mağaraya girerken yanına birkaç çörek alır, önüne çıkacak olan hayaletlere, yılanlara bunları verip yoluna devam edebilsin diye. Sonunda tanrının bulunduğu sırlar odasına (adyton) gelir. Bu odanın çok dar bir girişi vardır. Kişi yere sırt üstü uzanır ve öylece beklemeye başlar, sonra aniden esen bir rüzgarla içeriye alınır. Kehaneti alıp dışarı çıktığında, öğrendiği gerçekler onun bir daha asla gülmemesine neden olur, birden suratı asılır. Yürüyecek hali, mecali kalmadığından tapınak mahallini ancak eş dostun kolunda terk eder. Bu yüzden halk arasında yüzünden düşen bin parça olan ve hiç gülmeyen insanlara "Trophonios'un mağarasından geliyor!" denir. Böyle bir deneyim yaşamışlardan biri olan Timarkhos, bu mağarada bir gün iki gece kalıp dış an çıkar. 90 "Normal yaşamın çok ötesinde bir dünyaydı orası, uyanık mıydım, rüyada mıydım, doğrusu hiç anlamadım," der ve şöyle devam eder: "Dikişler attı, ruhum serbest kaldı; okyanusun üstünden, pırıl pırıl parlayan adalar arasından süzüle süzüle uçtum. Çevremde olup bitenlerle ilgili bir şey hissetmiyordum, arkamdan bir ses bana ruhgöçünün gizemini açıkladı."
İşte Platon'a göre bir insan, Lethe'nin sularını içip de unuttuğu ilk bilgileri anamnsis yetisiyle bu şekilde açığa çıkarma yetkinliğine sahipse, kendi içinde idealar aleminin iyi ve doğru düzenine layık bir düzenleme, iyi ve doğru bir davranış modeli de yaratabilir. Her şeyden önce insan ruhunun eksikliğinin en önemli işareti olan aşırı heyecanlardan ve tutkulardan uzak durabilir ve sadece iyi, doğru, güzel, erdemli ve adaletli olana yönelebilir. Bu imkan onda doğuştan vardır ve insanın sadece kendisi için değil, toplumu için de iyiyi ve doğruyu tesis etmesini sağlayacak yetkinliktedir. Zaten Platon'un zihnindeki devlet modeli de, ahlak anlayışının bu her yerde genelgeçer ilkelerine dayandırılarak kurulmuştur. Bu yüzden Platon'un devlet ve toplum fikirleri kendi ahlak anlayışının açımlaması olduğu kadar, siyasal fikirlerinin de bir açımlamasıdır.
Demek ki Platon'un ahlakında insan içine dönüp ilk bilgilerini hatırladıkça iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan sağlıklı bir şekilde ayırt etmesini öğrenebilir ve bu şekilde ruhunu gitgide daha dengeli hale getirebilir. Çünkü insanın ruhunda iyi, doğru, cesaret, uyum, adalet gibi ahlaki değerlerin de bir özü mevcuttur. İnsana düşen, ruhunun akıllı kısmını diğer kısımlarına egemen kılıp gönlünün en derin köşelerinde gizlenen bu özü bulup çıkartmaktır, çünkü ancak akli çabayla insan sanılanndan kurtulup doğru bilgiye ulaşır. Doğru bilgiyle erişilen her değer de evrensel değer olur, başka deyişle herkes için genelgeçer ve değişmez bir değer haline gelir. Ayrıca doğru bilgiden çıkan her eylem ahlak açısından da doğru olur ve insanı mutluluğa erdirir. Zaten Platon için de esas olan, doğru bilgiyi ölçüt alarak bu evrensel anlamda iyi, doğru ve insanı mutlu kılan değerleri ve evrensel davranış modellerini belirlemek ve bunların herkesçe kabul edilebilir özelliklerini açıkça gösterebilmektir.
Platon'un insanın mutlu olmasına yönelik ahlak öğretisinin ana hedefi, evrensel değerleri ve bu değerleri açığa çıkaracak davranışları belirlemektir. Bu evrensel arayış, bu öğretinin siyasal bir içerik kazanmasına neden olur. Dolayısıyla Platon'un tüm öğretisi gerek ahlaki gerekse siyasal yanıyla birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Çünkü insanın ruhunu toplumun ruhundan (maneviyatından) ayırmak imkansızdır. İnsan kendi ruhundaki karmaşaya çekidüzen verirken, yani dengesini sağlarken doğal olarak ait olduğu toplumun karmaşasını da bir şekilde düzene oturtmaya, dengelemeye çabalar.91 Aynı şey toplum açısından bakıldığında da geçerlidir. Başka deyişle karmaşık bir toplum, ruhların da karmaşık olmasına yol açar. Bu yüzden toplum her an dirlik ve düzenliğini korumalıdır ki, bireyler de düzensizlikten kurtulsun. Buna göre iyi ve mutlu bir insan, aynı zamanda iyi ve mutlu bir vatandaştır. Dernek ki Platon'a göre birey ve toplum birbirinden ayrı düşünülemez. Bu nedenle Platon kendisinden önceki Sokratesçi okulların bireyi toplumdan soyutlayan ve ona kendi kendine yetmeyi öğrenmesini ve sadece kendi mutluluğu için çaba sarf etmesini öğütleyen bireyci görüşlerinden ayrılır. Platon'a göre "toplumlar ve toplumlardaki iş bölümleri insanın kendi kendine yeten bir varlık olmaması ve başka insanlarla karşılıklı yardımlaşarak yaşamak zorunluluğunu hissetmesi sonucunda" doğmuştur, bu yüzden de toplumsal ahlak her zaman ön planda tutulmalıdır. Onun için "insanın kendi mutluluğu, aynı zamanda toplumun da mutluluğu" dernektir. Bir insanın ruhunda hissedebileceği en büyük mutluluksa, bütün vatandaşlarının aynı mutluluktan pay aldığı bir devletle mümkündür.
Platon birey ile toplum maneviyatının ayrılmazlığı fikrini özellikle Politeia (Devlet) ve Nomoi (Kanunlar) adlı eserlerinde mercek altına alır. Onun devleti bir nevi kendi zihninde çizdiği bir ütopyadır (utopia). Bu devlet (Kallipolis) ana hatlarıyla Yunan'ın geleneksel polisine93 benzer, ama nüfus bakımından daha az sayıda insandan oluşur ve sınırlan daha dardır. Platon devletinin ideal yönetim biçimi de bilgelerin başta olduğu bir model üzerine kuruludur; ya tek bir bilgenin yönetiminde monarşik bir devlet modelidir bu ya da bilgelerden oluşan bir azınlığın başta bulunduğu aristokratik bir devlet modeli.
Platon, insan ruhunu üç bölüme ayırdığı gibi, devletini de üç bölüme ayırarak inceler. Üstelik bu üç bölümlü, yani üç sosyal sınıfa dayalı devletteki her bir bölüm de ruhun bölümlerine karşılık gelir.
ilk bölüm vatandaşlardan oluşur, yani tüccarlar, sanatçılar ve çiftçiler gibi üreten sınıftan. Vatandaşlar, aşağıda açıklanacak diğer iki sınıfa tabidir ve devletin yönetiminde olsun, savunulmasında olsun, eğitiminde olsun daha az etkindirler: yine de üretici sınıf olduklarından devletin ekonomisinde diğer sınıflardan çok daha büyük rol oynarlar.
İkinci bölüm koruyucular ya da askerlerden oluşur. Devlet yöneticilerini yetiştiren bir sınıftır bu. Görevi askeridir; devletin iç ve dış düşmanlarına karşı savunulmasından, sosyal ve politik düzenin kurulmasından ve kurulu düzenin korunmasından sorumludur. Bu yüzden bu sınıfta yetiştirilecek çocukları doğuracak ana babanın bile uygun çiftler olmasına dikkat edilmelidir. Bebekliklerinden itibaren iyi ve güçlü bir yurttaş olmaya aday olduklarından, bu sınıfın üyeleri olabilecek en mükemmel eğitimle yetiştirilmeli, özellikle edebiyat, müzik, askeri eğitim, matematik, felsefe ve metafizik gibi disiplinlerle donatılmalıdır. Bu sınıfın asla kendi malı mülkü olmamalı, sahip olunan her şey devlete ait olmalıdır, çünkü bu sağlanmadığında yönetici olacak insanın ruhu salt mal mülk edinme hırsıyla dolacağından, halka hizmet etmek yerine elde avuçta ne varsa kendine mal etmeye çalışacaktır, dolayısıyla iyi, doğru ve güzel olan yoldan sapıp koruyucu olmaktan çok saldırgan bir ruh haline sahip olacaktır. Kısacası bu sınıftaki kişilerin bütün refahları devlet tarafından sağlanmalı, zenginlik ya da yoksulluk gibi bir dertleri hiç olmamalıdır. Çünkü zenginlik, tembellik ve miskinlik doğurur; yoksulluk ise insanın ödevlerini hakkıyla yerine getirememesine neden olur.
Üçüncü bölüm bilgelerden oluşur, başka deyişle felsefe eğitimi alan ve her zaman aklın kılavuzluğunda hareket eden felsefecilerden. Bu sınıf diğer sınıfların, dolayısıyla devletin adeta aklıdır, gözüdür. Bu yüzden felsefeciler devletin başında her türlü yönetimden sorumlu (arkhon), yasa yapıcı ve en kritik kararları alan kişiler olarak yer alırlar. Bundan başka diğer sosyal sınıfların eğitiminden de sorumludurlar.
Görüldüğü gibi bu üç sosyal sınıf, kuramsal bağlamda ruhun yetileriyle sıkı bir bağlantı içinde olduğundan, her biri bir erdeme karşılık gelir:
-Üretici sınıf ya da vatandaşların erdemi, ölçülülüktür (sophrosyne) .
-Koruyucuların ya da askerlerin erdemi, cesaret ya da yiğitliktir (andreia).
-Felsefecilerin erdemi ise sağduyu ya da bilgeliktir (phronesis ya da sophia).
Bu erdemlerin yanında Platon'un devletinde çok önem verdiği bir başka erdem daha vardır ki, o da adaletin kendisidir (dikaiosyne). Çünkü Platoıı'a göre adalet, bireylerin hem kendi aralarındaki hem de toplumla aralarındaki dengeyi sağladığı gibi, sosyal sınıfların hem kendi aralarındaki hem de toplumla aralarındaki dengeyi de sağlar. Demek ki Platon'un devletinde siyasal yaşamı, yani kent devletindeki (polis) yaşamı yöneten ve belirleyen, adaletin kendisidir. Bu yüzden "adalet devletin ideasıdır." Ancak adaletin sağlandığı bir devletin vatandaşları güvenle bir arada yaşayıp karşılıklı alışverişte bulunur. Adaletli bir toplumda aşırı tutkulara, ruhun dizginsiz öfkelerine, kıskançlıklarına, korkularına, hazlarına, acılarına yer yoktur. Toplumda adaleti sağlamakla görevli yargıcın yaşlı olması tercih edilir; yaşamın bütün açmazlarıyla başa çıkmış, deneyimli, iyiyi ve doğruyu kötü ve yanlıştan ayırmada usta, her insana hakkını teslim etmesini bilen bir yaşlı. Mutlu yaşama giden yol, her şeyden önce insanların haklarını korumak ve kimseye haksızlık etmemekten geçer. Yöneticisi ve yargıcı birer adalet simgesi olan toplumun vatandaşı da adil olur; şahsi yaşamında ve yaşadığı toplumda kendi payına düşenle yetinmesini bilir. Hiçbir şeyin fazlasını istemez, ne duygularında ne de davranışlarında aşırıya kaçar; dolayısıyla ölçülülüğün en güçlü erdemlerden biri olduğunu hiç unutmadan yaşam sürer. Hem kendisinin hem de başkalarının toplumdaki yerini bilen vatandaşların oluşturduğu bir devlet de mutlu ve huzurlu olur. Bu, barışın kurulmasının ve sürdürülmesinin birinci şartıdır. Barış tesis etmekse bir devletin ve uyguladığı siyasetin en önemli sorumluluk alanıdır. Çünkü Platon'a göre özellikle siyaset, hem teorik hem de pratik anlamda bir erdemdir ve bu erdemin amacı devleti iyi, mutlu ve uyumlu kılmaktır. Buyurgan bir tutumu vardır siyasetin, ama bu buyurganlığının altında adaletin yerine getirilmesi esastır. Sorumlu olduğu birçok alan söz konusudur belki, ama en önemlisi savaş yapılıp yapılmamasına karar verecek merci olmasıdır.
Platon'un devletinde, yukarıda da değinildiği üzere yöneticiler ve askerler arasında adeta komünist bir düzen söz konusudur.96 Buna göre bu devlette özel mülkiyet diye bir şey yoktur; vatandaşların malı mülkü, hatta kadınları ve çocukları sadece devlete aittir ve devletin hizmetindedir.
Devlette özel mülkiyetin olmaması gerektiği fikri, Platon düşüncesinde kimsenin kendiliğinden, doğuştan getirdiği bir hakkının olmamasından kaynaklanır. Herkese devletten, devletin çıkarları ve çoğunluğun iyiliği doğrultusunda ne pay edilmişse, haktır. Vatandaşların kendi malı mülkü varsa, bu onlara devletin tanıdığı bir haktır sadece. Bu anlayış Yunan dünyasında bir kırılma noktasıdır. Çıkar ve toplumun ihtiyacı, maddi ve somut şeylermiş gibi gelse de, bunları belirleyen devlet ideası olduğundan, Platon'un adalet, hak ve hukuku idea temelinde akla uygun hale getirmesi, bize soyut, kavramsal bir zemin sunmaktadır. Bu kavramsal, soyut ve akılcı adalet anlayışı üzerine hiç kuşkusuz somut bir hak hukuk inşa edilmesi olanaksızdır. Çünkü bu anlayış, hem devleti kusursuzlaştırır (Lat. societas perfecta) hem de bu kusursuz devlete hizmet eden her şeyi doğru, adil ve haklı, hizmet etmeyeni ise baştan sona zararlı kılar.
Bu devlette hem erkekler hem de kadınlar eğitim görür. Ama eğitim şekli değişiktir, çünkü her vatandaş kendi eğilim ve yeteneklerine göre sınıflara ayrılır ve fazla yetenekli olmayanlara temel düzeyde, çok yetenekli olanlara ise yüksek düzeyde eğitim verilir. Bu eğitimde zihinsel eğitime olduğu kadar bedensel eğitime de önem verilir. Çünkü ruh ve beden arasındaki uyum bir insanın dengeli ve ölçülü bir doğaya sahip olması için çok önemlidir. Platon'un ideal insan tanımı, ruh ve beden bakımından hem güzel hem de iyi (kalokagathia) olmadır, yani dengeli, sağlıklı ve uyumlu olmadır.
Platon'a göre ideal devleti kuracak ve yönetecek olan, bilge kişinin kendisi ya da bir filozoftur veya yukarıda dediğimiz gibi bilgelerden oluşan bir azınlık. Çünkü bir akıl varlığı olan filozof, gerçek varlığı bilen ve gerçek varlıktaki evrensel değerleri görebilen tek kişidir. Filozof aklını kullanarak idealar alemindeki adalet ideasına vakıf olur ve bu kusursuz adaleti kendi toplumunda uygulamaya çalışır. Ama yazık ki başıbozuk devletlerde filozoflar ve bunların uğraş sahası olan felsefe devlet yönetimine layık görülmez. Platon'un bu konudaki görüşleri, bugün bile Batı felsefesinin siyaset alanında kaleme alınmış en büyük eserlerinden sayılan Politeia adlı diyaloğunun 6. Kitabından şöyle özetlenebilir: Herhangi bir şeyi çabucak öğrenmek, öğrenileni unutmamak, olgunluğun, inceliğin, en önemlisi de her zaman doğrunun, iyinin ve güzelin peşinde koşup adaleti gözetmek felsefe eğitiminin kazançlarıdır. Ama bu tür bir eğitim herkesin harcı değildir. Bu tür bir eğitim alacak kişilerin her şeyden önce güçlü bir kavrayışı, sağlam bir belleği olması gerekir. Aynı zamanda üstün niteliklere sahip, incelikli, doğru, yiğit ve tok gözlü olmalıdır bu kişiler. İşte bir devlet ancak bu niteliklere sahip, yani felsefe eğitimi almış kişilere emanet edilebilir. Evet, doğrudur, kendini felsefeye verenler tuhaf insanlar olarak görülebilir. Hiçbir işe yaramaz oldukları da düşünülebilir ve buradan hareketle onların devlet gibi önemli bir yapının başına geçirilmesi gerektiği düşüncesi tepkilere yol açabilir.99 Ama bu tür tepkiler tümüyle yanlış ve saplantılı düşüncelerin ürünüdür. Çünkü bir toplum filozoflarını kullanamıyorsa suç filozofların değil, toplumundur. İnsani uğraşların en iyisi olan felsefeye bu uğraşın tam tersi uğraşlarla haşir neşir olanların değer vermemesini de aslında yadırgamamak gerekir.
Bir gemi düşünelim; bu geminin de hali vakti yerinde, ama gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen ve üstelik gemicilikten de bihaber bir sahibi olsun. Sonra bu geminin kaptanı olmaya çalışan bir dolu tayfa düşünelim. Kaptanlık sanatını bilmeyen ya da biliyorsa nereden bildiğini söyleyemeyen, hatta kaptanlık sanatı da neymiş diyen tayfalar olsun bunlar. Hepsinin tek isteği geminin dümenine geçmek. Bu yüzden geminin sahibine yalvarıp yakarıyorlar dümeni bana ver diye. Gemi sahibi birinden birine verecek olsa dümeni, bir diğeri onu gemiden apartopar atmaya ya da öldürmeye kadar vardırıyor işi. İlaçlarla, içkilerle uyuşturuyorlar onu ve gemide ne var ne yoksa çalıp çırpıyorlar. Tıka basa ne buldularsa yiyorlar, kafaları çekiyorlar. Gemiyi de böyle ayyaşlar nasıl yürütürse öyle yürütüyorlar. Bu arada gemi sahibini kandırıp dümeni ele geçiren kimseye de övgüler yağdırmaya başlıyorlar, alkışlıyorlar onu ve "Eşsiz kaptan! En büyük gemici!" diye avaz avaz bağırıyorlar. Ama gerçek bir kaptanın hava durumunu, mevsimleri, yıldızları, rüzgarları ve bir geminin yürütülmesi için bunlara benzer daha başka ne gerekiyorsa hepsini bilen kişi olması gerektiğini düşünmüyorlar bile. İşte bir gemide böyle bir karmaşa yaşanıyorsa, o gemide gerçek kaptanın değeri anlaşılmaz. Ona ancak kaçık, işe yaramaz sıfatları yakıştırılır. Böyle bir gemiye benzeyen devlette filozofların durumu da gerçek kaptanın durumuna benzer. Gerçek kaptan onurludur, asla yalvarıp yakararak geminin başına geçmek istemez. Bilgisi ve görgüsüyle bu işi yapmak ister. Bu yüzden gidip de bir gemi sahibinin kapısını çalmaz, aksine gemi sahibinin onun kapısını çalmasını bekler; çünkü doktor hastanın değil, hasta doktorun kapısını çalar.
Görüldüğü gibi Platon devleti bir gemiye, filozofu da onun kaptanına benzetirken aslında içten içe İÖ 5. yüzyıl sonu ile 4. yüzyıl başlarındaki Yunan toplumunun siyasal yaşamındaki çalkantıları, kararsızlıkları ve tutarsızlıkları sergilemekte ve toplumunun iyileştirilmesine yönelik fikirlerini sunarken filozofça tutumunun yanı sıra konuya bir edebiyatçı, bir eğitimci, bir sosyolog, bir devlet adamı, hatta belki de daha çok bir Atinalı aristokrat edasıyla yaklaşmaktadır.
Platon'un filozof-kral yönetimindeki bir devleti diğer devlet modellerinden üstün tutmasının nedeni, her şeyden önce felsefeye ve filozofa verdiği payede gizlidir. Ona göre en soylu, en adaletli ruh bir filozofun ruhudur, çünkü erdemden en büyük payı alan ruhtur bu. Erdemse (arete), tanrısal olduğu için en kusursuz ve en mükemmel ruh durumudur. İnsanın hem düşüncelerini hem de davranışlarını incelikli, ahenkli, sağlam ve adil kılar. İnsanın hem kendisiyle hem de başkalarıyla barışık olmasını sağlar. Erdemli ruhun kavrayışı yüksek, cesareti üstün ve kendine hakimiyeti olağanüstüdür. Erdemli bir ruhta ruhun üç bölümü de birbiriyle bağdaşır, aralarında hiçbir kopukluk yoktur. Akli yan, olması gerektiği gibi bilgelikle, heyecanlarla ilgili yan cesaret ve yiğitlikle, şehvani yan da kendine hakimiyetle donanımlıdır. Bilgelik iyi ve kötü olanla iyi ve kötü olmayanın bilgisidir. Cesaret ya da yiğitlik de yasaların emrettiğinden ayrılmayarak kaçınılması ya da kaçınılmaması gereken şeyler hakkında hüküm verebilme ve bu hükme uygun davranabilme yetkinliğidir. Aslında sağduyuyla doğrudan bağlantılıdır, çünkü kaçınılmaması gereken, yani iyi olanın bilgisi ve kaçınılması gereken, yani kötü olanın bilgisi sağduyunun kendisidir. Görüldüğü gibi cesaret, kör bir cesaret, cüretkarlık, kahramanlık gösterisi, gözü peklik ya da gözü karalık değildir. Kendi kendini kontrol etme ise, arzular ve dürtüler ile yönetici öğe, yani akıl arasındaki ilişkideki düzeni kavrayabilme yetisidir. Kısacası bedenin isteklerinin ruhun akıl yanıyla dizginlenmesini başarabilmedir. Bu üç yetinin ya da yetkinliğin birbiriyle uyumlu olmasını sağlayansa adaletin kendisidir. Adalet bu üç öğenin kendi işlevlerini uygun şekilde yerine getirmesinde en belirleyici unsurdur. Çünkü adil bir insan gerektiğinde bilge, gerektiğinde cesur, gerektiğinde de kendine hakim olabilen insandır. İşte bir filozof, ruhunda bu erdemleri birbirine örmeyi başaran ve mutluluğun, huzurun ve refahın mutlak anlamını bilen tek kişidir. Çünkü o, bilgelik çabası anlamına gelen felsefenin eğitimini görmüş kişidir. Felsefe, ruhu bedenden ayırıp hür kılabilme ve onu zihinle kavranabilene ya da doğru olana döndürme çabasıdır. Filozof ise kendisini düşünülebilir olana, yani öz varlığa götürecek olan bütün öğrenim dallarına doğal olarak yatkın bir ruha sahip kişidir. Öz varlık her türlü yanılgıdan, hatadan ve değişimden arınmış olduğundan, filozofun da doğasında yanılgıya ya da değişimlere yer yoktur. Filozof hakikate aşık kişidir, bu yüzden yanlışlığa tahammülü yoktur. Doğası ölçülülük üzerine inşa edilmiştir, bu yüzden ruhundaki tüm dürtülere ve tutkulara kendini aklıyla kapatmasını bilir. Her şeyden önce tüm benliğini hakikatin öğrenilmesine adadığı, dolayısıyla tüm arzularını hakikatin bulunduğu yöne çevirdiği için bedeninden gelebilecek herhangi bir dürtü onun hakikat aşkıyla dolu ruhunu yolundan edemez; bütün duyularını, kendisini yoldan çıkaracak hazlara ve zevklere kapamasını kelimenin tam anlamıyla bilir. Filozofun zihni hürdür, hem de tanrısal olanı dünyevi olandan ayırt etmesini bilecek kadar. Aynca onda doğal bir adalet duygusu vardır, hem de kendisini hakikate, özgürlüğe ve ölçülülüğe ulaştırabilecek kadar. Her an öğrenmeye yatkındır, hafızası da çok geniştir; öğrendiğini hafızasının derinlerine yerleştirip gerektiğinde hepsini bir anda ortaya çıkarabilecek yetidedir. Ondaki bu doğal armağanlar, uygun bir eğitimle buluştuğunda ve bu eğitimin besleyici damarlarından beslendiğinde erdem bakımından mükemmel olur. Ama tam tersi bu doğal yatkınlıklar ihmal edildiğinde, en büyük kötülüklerin de habercisi haline gelir.
Platon bu noktada filozofu bir sofistten tamamen ayrı bir bakış açısıyla değerlendirdiğini de ortaya koyar. Ona göre sofist gençlerin kendini kiralamasına izin veren ve soylu olmadığı halde soyluymuş gibi davranan kimsedir. Bir filozofun işi varlıkla, varolan şeylerle olduğu halde, bir sofistin işi varolmayanla, yani hiçlikle ilgilidir. Varolmayan ise varolanın her anlamda zıddıdır.
Platon Politeia'sında ancak başında bir filozof olan ve vatandaşlarının bütün ihtiyaçlarının karşılandığı bir toplumda mutluluktan söz edilebileceğini söylerken kendisine yanlış gelen devlet biçimlerini de açıklamadan geçmek istemez:
1. Asker Devleti: Platon'a göre askerlerin egemen olduğu bir düzeni benimseyen devlette her şeyin başında savaş ve savaşmak gelir, sonra da şan, şöhret ve onur elde etme hırsı. Dolayısıyla böyle bir devletin yöneticileri ve vatandaşlan diğer bütün değerlerden rahatlıkla vazgeçmeye her an hazır ve nazırdır.
2. Plutokrasi: Zenginlik ve para hırsının ön plana alındığı, diğer bütün değerlerin bir yana terk edildiği böyle bir devlet modelinde, her şey paranın etrafında dönmeye başlar. Bunun sonucunda toplum servetine servet katma isteğiyle dolu, sürekli birbirlerini kıskanan ve birbirlerinden nefret eden insanlar yığını haline gelir.
3. Demokrasi: Halk meclisinin aldığı kararlarla yönetilen bu tür bir devlet, halkın sürekli değişen fikirleri ve kararları neticesinde her an büyük sarsıntılar geçirmeye mahkumdur. Platon demokrasiyle idare edilen Atina'nın böyle bir yönetim biçimini benimsemiş olmakla ne büyük zararlara uğradığının, ne büyük kayıplar verdiğinin farkındadır. Bunun en büyük örneği de hocası Sokrates'in haksız mahkumiyeti ve infazıdır. Böyle bir düzende ikna etme kabiliyetleri sonsuz olan demogoglar, yani laf cambazları insanların telaşlı, düşüncesiz ve tutkulu ruh hallerini bir araç olarak kullanıp toplumu istedikleri yöne rahatlıkla çevirebilirler. Dolayısıyla aklın değil de, heyecanların hakim olduğu böyle bir yerde, ne insanlar sağlıklı olur ne de devletin kendisi.
4. Tiranlık: Başta zorba bir hükümdarın bulunduğu bu devlet düzeni halkının hem zihnini hem de bedenini köleleştireceğinden en kötü devlet modelidir.
Platon'un kendisine uygun gelmeyen ve hastalıklı olarak değerlendirdiği devlet modellerinin özellikleri incelendiğinde, kendisine uygun gelen devlet modelinin özellikleri de kendiliğinden anlaşılmış olur. Her şeyden önce savaştan arınmış bir toplum düşüncesi hakimdir onun zihninde; ikincisi servete önem vermeyen ve bu konudaki hırslarına yenilmeyen yöneticilerin ve vatandaşların bulunduğu bir toplumdur onun zihnindeki; üçüncüsü aklıyla değil, duygularıyla hareket eden halkın kararlarının ön planda tutulmadığı bir düzenin hakimiyeti vardır düşünde; dördüncüsü zorba hükümdarların insanları ezdiği bir düzen yerine kesinlikle adaletin anlamını bilen ve her türlü düşüncesinde ve davranışında adil davranan yöneticilerin başta olduğu bir devlet süsler hayallerini. Bu yüzden filozoftur onun hayal yöneticisi, iyi olanın tek gözetmeni. Bu yüzden filozoflar başa geçmedikçe ya da baştakiler filozof olmadıkça kötülüklerden arınmış bir devletin gerçekleşmesi imkansızdır.
Görüldüğü gibi Platon'un zihnindeki devlet modeli, adeta idealar dünyasının gölgeler dünyasıyla birebir kavuştuğu bir devlet modelidir, yani her şeyin ilk örneğinin, ilk ve kusursuz modelinin madde aleminde apaçık görünür kılındığı bir devlet; iyi'nin, Güzel' in, Doğru'nun ve Adalet' in, kısacası Öz Varlık'ın dünyaya inip onu baştan sona iyi, güzel, doğru ve adaletli kıldığı bir devlet. Bütün vatandaşların yöneticilerinden memnun olduğu, uyguladıkları siyasetin meyvelerini teker teker derdiği bir toplum şüphesiz bir idealdir. Ama bu ideale yaklaşma ihtimali hiç yok da değildir. Çünkü insanlar doğuştan itibaren bu ideali yakalayacak şekilde bir eğitim alırlarsa ve aldıkları bu eğitimin hakkını verip toplumda kendilerinden istenen görevleri istenildiği şekilde yerine getirirlerse, böyle bir devlete sahip olmak işten bile değildir. Vatandaşlara gereken eğitimi vermekse toplumun üst sınıflarının işidir. Bu yüzden bu sınıfa dahil olanların yüksek bir eğitimle yetiştirilmeleri ve içlerinden çıkaracakları bilgeleri hem ruhen hem de bedenen mükemmel yetilerle donatmaları gerekir. Bu tür bir eğitimle donanımlı zihinler başa geçtiğinde bir devletin ideası olan adalet, toplumun her kademesinde, ardından da tek tek insanlarda kendisini hissettireceğinden, kimsenin kimseye karşı bir hıncı kalmaz; düşüncede olan iyi, davranışlara da yansır ve sonuçta bir devletten beklenen en önemli sorumluluk da yerine getirilmiş olur, yani insanlar hem ruhlarında hem de dış dünyalarında mutlu ve refah içinde bir yaşam olanağı bulur, hem kendilerinin hem de diğer insanların güvenliğini her şeyin önünde tutar, ne kendileri kendilerinin düşmanı kesilir ne de dış düşmanların onları ele geçirmesine izin verir, en önemlisi de yarının kaygısını duymadan bugünü doya doya yaşayabilir.
Daha önce Kanatlı Ruh ve Mağara Benzetmesi örneklerinde de tanık olduğumuz üzere, Platon'un diyaloglarında logosu mitosla örerek açıklamaya çalışmasının başlıca nedeni, felsefi kavramların ve öğretilerin mitoslar aracılığıyla daha rahat anlamlandırılabileceğine ve felsefi savların daha sağlam bir zemine oturtulabileceğine olan inancıdır. Bu yüzden özellikle sıra dışı bir anlatım tarzı gerektiren her yerde, örneğin olağanüstü gibi görünen bir fikri ya da gerçek dışıymış gibi gelen bir düzeni anlatırken ya kendi kendine bir mitos yaratma yolunu seçer Platon ya da Yunan'ın geleneksel mitoslarını yardımına çağırır; adalet ve adaletsizlik kavramlarının çözümlenmesinde etkin olacağına inandığı Er Mitosu bu yöntemin en iyi örneklerinden biridir.
Politeia adlı yapıtın 10. Kitabında (614b-62ld) yer alan bu mitos, Er adındaki Pamphylialı bir yiğidin yeraltı dünyasında yaşadıklarıyla ilgilidir ve öte dünyadaki "son yargılanma sahnesi" üzerine kurgulanmıştır. Platon, Sokrates ile Glaukon arasında geçen bir konuşmada aktarılıyormuş izlenimi verdiği bu mitosla öte dünyayla ilgili zihninden geçenleri ve bu dünyadan öte dünyaya göç eden ruhların (psykhai) yargılandığı mekanın gizlerini açıklar gibidir.
Hikayenin kahramanı Er tanrılar tarafından seçilmiş bir savaşçıdır. Görevi, yaşam sonrasında olup bitenlere ilk elden tanık olmak, her olayı tüm ayrıntılarıyla gözlemlemek ve sonra dünyaya gelip bunları insanlara teker teker anlatmak ya da bir tür ders vermektir.
Bu hikayenin özeti şöyledir: Armenios'un oğlu Pamphylialı Er bir savaş sırasında cephede yaşamını yitirir. On gün sonra bulunduğunda bedeninin hiç bozulmadan öylece kaldığı görülür. Hemen evine taşınır ve cenaze töreni için gerekli hazırlıklara başlanır. Ama on ikinci gün tam odun yığınının üzerinde yakılacağı sırada Er birden dirilir ve ölüm sonrasında yaşadıklarını bir bir anlatmaya başlar: Öldüğü anda canı bedeninden ayrılmış ve başka ruhlarla birlikte gizemli bir mekana varmıştır. Bu mekanda dört geçit (khasmata) vardır; bu geçitlerin ikisi yerde yan yanadır, diğer ikisiyse bunların tam karşısına gelecek şekilde gökyüzündedir. Geçitlerin ortasında ölenlerin ruhlarını yargılamakla görevli yargıçlar oturmaktadır. Yargı sonucunda suçsuz bulunan ruhlar sağ taraftan gökyüzüne gönderilmektedir; suçlu bulunup hüküm giyen ruhlarsa sırtlarına işledikleri suçun ne olduğunu belirten bir yafta yapıştırılarak sol taraftan aşağı inen yola sokulmaktadır.
Er yargıçların huzuruna geldiğinde, tanrısal bir kararla kendisine haberci görevi bahşedildiğini öğrenir; öğrenir öğrenmez de bulunduğu mekanı iyice seyretmesi ve gördüklerini dönüp insanlara anlatması buyrulur. Bunun üzerine Er etrafına çok daha dikkatli bir şekilde bakmaya, gördüğü her şeyi en ince ayrıntısına kadar zihnine yazmaya başlar. Yargılanan ruhların bazılarının gökteki geçitten, bazılarının da yerdeki geçitten çıkıp gittiğine tanık olur o sıra. Gökteki geçitten geçen ruhlar bir ışık seli halinde aşağı akarken, yerdeki geçitten gelenler kir pas içinde, perişan bir haldedir. Uzun bir yolculuk geçirmiş olan bu ruhların hepsi bir çayırda (eis ton leimöna) toplanır. Birbirini tanıyan ruhlar önce selamlaşır, sonra yerden gelenler gökten, gökten gelenler de yerden haber almaya çalışır. Yeraltında işkence çeken ruhlar bin yıl süreyle katlandıkları acıları yana yakıla, ağlaya sızlaya birbirlerine anlatır; gökten inenlerse orada gördükleri ve tattıkları sonsuz güzellikleri öve öve bitiremez. Yaşarken işlenen kusurların ve yapılan kötülüklerin cezası teker teker ve yeraltında kat kat ödenmektedir. Özellikle devletine ve ordusuna ihanet edenlerin, insanların başına felaketler getirenlerin cezası çok ağırdır. Ama tanrılara, ana babaya saygısızlık etmenin, adam öldürmenin cezası hepsinden ağırdır. Buna karşılık yaşadığı dünyada iyilik yapmayı seçmiş insanların ödülüyse hem yaşamda hem de ölümde çekilen tüm acıları unutturacak değerdedir.
Bir ara Er yanında duran bir adama Büyük Ardiaios'un nerede olduğunun sorulduğunu işitir. Ardiaios, bin yıl kadar önce Pamphylia'da korku estiren zorba bir tirandır ve babası ile ağabeyini öldürmüştür. Kendisine soru sorulan adam cevaben Ardiaios'un yaşarken yaptığı nice kötülük yüzünden bu çayıra asla gelemeyeceğini söyler. Çünkü Ardiaios ve onun gibi başka zorbalar yargılanmış ve cezalarını da gerektiği şekilde çekmişlerdir, ama tam geçitten çıkmak üzerelerken son anda kapılar üstlerine kapanmış ve sonsuza kadar içeride kalmaya mahkum edilmişler, yani çayırda toplanma hakkını elde edememişlerdir. Bunun üzerine Er bakışlarını geçitlere çevirir ve sahiden de Ardiaios gibi haydutların ya da cezasını tam doldurmayanların çıkışa tam yaklaştıkları sırada geçitlerin homur homur homurdandığına ve büyük bir gürültüyle birbirine geçtiğine şahit olur; ardından da nöbetçilerin gelip onları bellerinden yakaladıkları gibi gerisingeri götürdüklerine. İşte Ardiaios ve yanındaki haydutlar da böyle geri götürülmüş, ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş, yer yer derileri yüzülmüş ve bir yolun kenarına sürüklenip öylece bırakılmışlardır;116 gelen geçen bu adamların neden bu hale düştüklerini görsün de ibret alsın diye. Sonra bunlar yeniden yoldan toplanmışlar ve Tartaros'un1 17 en derinlerine fırlatılıp atılmışlardır. Er buradan şu dersi çıkarmıştır: Yeraltında bir insanın başına gelebilecek en kötü durum, ruhunun cezasını çektikten sonra çayıra gideceği geçide geldiği anda geçitlerin birden kapanması ve içeride bin türlü işkenceye maruz kalması, bu da yetmiyormuş gibi sonsuza değin Tartaros'ta acı çekmeye mahkum edilmesidir. Bu yüzden Er, görevli olduğunu bilmesine rağmen geçide geldiğinde için için büyük bir korku duyar, acaba geçitten geçebilecek mi diye. Ama hiçbir zorluk yaşamadan geçitten geçtiğini görünce şöyle rahat bir soluk alır, ferahlar.
Geçitten geçen ruhlar küme küme çayırda toplanırlar ve yedi gün orada kalırlar; sekizinci gün geldiğinde yeniden bir araya gelip başka bir gizeme doğru yola çıkarlar. Tam dört günlük bir yolculuğun ardından gökyüzüyle yeryüzü arasında gökkuşağından çok daha parlak ve çok daha saf bir ışığın süzüldüğü bir mekana gelirler. Bir gün daha yürüyüp bu ışığın yanına varırlar. Yanına yaklaştıklarında ışığın ortasında gökyüzüne gerili zincirler olduğunu görürler. Bu ışık göğün kemeridir ve devinmekte olan bütün çatıyı bir arada tutmaktadır. Zincirlerin uçlarında Kader'in tekerleğini döndüren kirmen asılıdır. Çelikten yapılmış bu kirmen bütün küreleri yörüngelerinde döndürmektedir. Hem çelikten hem de başka maddelerden yapılmış bir de ağırşağı vardır kirmenin. Ağırşak hep bildiğimiz ağırşaktır; ama oldukça büyük, içi boş ve çukurdur. gitgide daha da küçülen sekiz ağırşak daha yerleşmiştir o çukura; iç içe geçmiş kutucuklar gibidir adeta. Üstten bakıldığında çember çember görünmektedir bu ağırşakların kenarları ve sanki hepsi tek bir gövde gibidir. En dışta yer alan birinci ağırşağın kenarı diğerlerine göre çok geniş bir çember halindedir. Bunu altıncı ağırşak izler. Üçüncü sırada dördüncü ağırşak yer alır. Sekizinci ağırşak dördüncü sırada, yedinci ağırşak beşinci sırada, beşinci ağırşak altıncı sırada, üçüncü ağırşak yedinci sırada, ikinci ağırşak ise sekizinci sırada yer alır. Dıştaki en geniş ağırşak pırıl pırıl ışıldar. Yedinci ağırşağın da rengi çok parlaktır. Sekizinci ağırşak rengini yedinciden alır. İkinci ve üçüncü ağırşağın rengi sarıya çalar, üçüncüsü bembeyazdır, dördüncüsü kırmızımsıdır, altıncısıysa beyazımsıdır. Bu koca gövde bütün olarak hep aynı hareketle dönüp durur. Ama bu gövdenin içinde yer alan yedi çember, bütünün hareketine ters yönde ve yavaş yavaş dönmektedir. Bu yüzden de çemberlerin sırası birbirinin içine geçmiş gibi görünmektedir.
Kader dizinin üstünde döndürür bu kirmeni; üstte, her çemberin kenarında bir Siren oturmuştur; çemberle birlikte onlar da dönmektedir. Dönerken de her biri tek bir ses çıkarır, tek bir nota söyler; sonra bütün bu sesler birleşip ahenkli bir ezgiye dönüşüverir. Sirenlerin yanı sıra Zeus ile Kader'in (Ananke) kızları olarak bilinen üç kız da birbirine eşit aralıklarla yerleşmiştir çemberlere. Bunlar Yunan'ın ünlü Kader tanrıçalarıdır (Moiralar) ve her biri kendi tahtında oturmaktadır. Bembeyaz giysiler vardır Üzerlerinde, başlarına da kurdeleler takmışlardır. Yunan mitoslarında da hep beyaz giysileriyle anılır bu tanrıçalar ve her ölümlünün doğumundan ölümüne kadar olan yaşamını denetleme hakkına sahip olarak betimlenirler. Bu tanrıçalardan Klotho (Eğiren), insanın yaşam ipliğini kirmene geçirip döndürmeye başlayandır. Lakhesis (Pay Dağıtan, Kuraları Çeken). çubuğuyla yaşam ipliğini ölçüp biçendir. Atropos ya da Aisa (Değiştirilemez Olan) ise yaşam ipliğini kesen, başka deyişle ölüm anını ve biçimini belirleyendir.
Er bu tanrıçaların Sirenlerin ezgisine eşlik ettiğini görür. Lakhesis geçmişte olanları terennüm etmektedir, Klotho bugün olmakta olanları, Atropos ise gelecekte olacakları. Klotho ara sıra sağ eliyle hafifçe dokunup kirmenin dıştaki çemberinin çevrilmesine yardımcı olmaktadır; aynı şekilde Atropos sol eliyle içteki çemberlerin, Lakhesis de her iki eliyle hem dıştaki hem de içteki çemberlerin dönmesine.
Er ve diğer ruhlar ışığa gelir gelmez doğruca Kader'in bakire kızı, insanlara kaderlerini dağıtan Lakhesis'in huzuruna çıkarılır. Bir rahip yaklaşır yanlarına ve hepsini bir sıraya dizer, sonra Lakhesis'in kucağından kuraları ve yaşam modellerini alır. Ardından yüksekçe bir kürsüye çıkar ve ruhlara yeni bir yaşama adım atmakta olduklarını bildirerek Lakhesis'in buyruğuna kulak vermelerini söyler. Kura çekme anında ruhlara hiçbir tanrı müdahale etmez, ruhlar yeni kaderlerini veya yaşamlarını belirlemede özgürdür. Başka deyişle her ruh "koruyucu ruhunu" (daimon) kendisi seçer. Kurayı ilk çekense, mutlak olarak bağlanacağı yeni yaşamını ilk seçme hakkına sahip olur.
Rahip bunları söyledikten sonra ruhların arasına kura sayılarını atar. Her bir ruh yanına düşen sayıyı alır ve yaşam seçme sırasını öğrenir. Bir tek Er'in ruhu bunu alamaz, çünkü o daha ölmemiştir. Ardından rahip ruhların önüne yaşam örneklerini (ta ton biön paradeigmata) serer. Yaşam örneklerinin sayısı onları seçecek olan ruhların sayısından fazladır. Her insanın, her tür hayvanın yaşamından örneklerdir bunlar. Aralarında kıtlıkla, sürgünle ya da dilencilikle sonlanacak olan zorbaların yaşamlarından tutun da bedensel güçleriyle, yüz güzellikleriyle ünlenecek insanların yaşamlarına, atalarının soylu doğumlarıyla gururlanacak ve erdemleriyle saygınlık kazanacak insanların yaşamlarına ya da tam tersi saygınlığını tamamen yitirecek insanların yaşamlarına kadar her tür yaşamı görmek mümkündür.
Sokrates bir ara Er Mitosu'nu yanda keser ve kendi görüşlerini açıklamaya girişir. Ona göre insan yaşamı için en zor olan, önüne serilen bunca yaşam örneğinden birini seçmektir. İnsan, madde aleminin bütün değerlerinden yaşarken sıyrılmasını bilmeli ve tüm dikkatini ileride yaşayacağı bu seçim anına vermelidir. Kendisi için iyi olan yaşamı kötüsünden ayırt edebilmeyi öğretecek bir kişi buldu mu da onun peşi sıra gitmeli ve ondan yardım alarak bu dünyada zorbalığa, belaya bulaşmak yerine, ruhunun mutluluğunu sağlayacak ölçülü yaşam biçimlerini seçmede ustalaşmalıdır.
Sokrates bu konudaki düşüncelerini açıkladıktan sonra yeniden öte dünyadan haber getiren Er'in tanıklığına geri döner ve kaldığı yerden hikayesini sürdürür: Ruhlara kura sayılarını atan rahip onları uyarır bir ara ve yaşam örneklerinin sayısı ruhların sayısından fazla olduğu için, yaşam örneğini en son seçecek olan ruhun bile dikkatli davranıp bilgece bir seçim yapması halinde ilk seçim yapma şansına sahip ruh kadar iyi bir yaşam seçme şansına sahip olduğunu belirtir. Ama yazık ki bu uyarıyı hiç dikkate almayan ve ilk yaşam örneğini seçme hakkını kazanan ruh bir anda atılıp tiranlıkla geçecek bir yaşam seçer kendine. Hırsına yenik düşüp budalaca ve açgözlüce seçtiği bu yaşamın çocuklarını yemeyle sonlanacak kadar büyük felaketlere gebe olduğunu görünce de bu seçimine veryansın etmeye başlar bir anda; tanrılara, kadere verip veriştirir. Oysa seçimi kendisi yapmıştır ve sorumlusu sadece kendisidir. Üstelik bu ruh gökyüzündeki geçitten geçme hakkı elde etmiş, önceki yaşantısında adil yönetilen bir devletin yurttaşı olmuş erdemli bir ruhtur. Ama yazık ki onun gibi böyle hata yapanların çoğu, gökten hiç işkence çekmeden, acı nedir tatmadan gelenlerdir. Oysa yerin altından işkence ve azap çekerek gelen ruhlar hem kendileri acı çektiklerinden hem de başkalarının acılarına tanık olduklarından, yeni yaşamlarını seçerken hiç de aceleci davranmamaktadırlar.
Er, yanlarına atılan kura sıralarına göre yeni bir yaşam seçme telaşı içindeki ruhları heyecanla seyreder ve bu manzaranın tuhaf, acınası ve gülünç sahneler oluşturduğunu vurgular. Er'in gözlemlerine göre birçok ruh önceki yaşantısındaki alışkanlıklarının peşinden gitmektedir. Örneğin Orpheus'un ruhunun, ölümüne neden olan Trakyalı kadınlara duyduğu nefret yüzünden bir kadın olarak doğacak olmaktansa bir kuğu olarak doğmayı seçtiğini görür; Thamyris'in ruhunun da bir bülbül olmak istediğine tanık olur, bir kuğunun ve bazı ötücü kuşların da insan yaşamını seçtiğine. Yirminci kura sayısını seçmiş olan bir ruh, bir aslanın yaşamını uygun görmüştür kendine. Bu ruh, Telamon'un oğlu Aias'ın ruhudur ve Akhilleus'un silahlarının kendisine verilmemesine çok içerlemiş olduğundan bir daha insan olmayı istememektedir. Yine çektiği eziyetler yüzünden insan olmayı reddeden Agamemnon'un ruhu da kendine bir kartalın yaşamını seçmiştir. Kura sayısını ortalardan çeken Atalanta'nın ruhu bir atletin yaşamında kazanacağı onurlan hiçbir şeye değişmeyeceğinden yine atlet olarak yaşamayı yeğlemiştir. Panopeus'un oğlu Epeios'un ruhu ise elinden her iş gelen bir kadının ruhunu tercih etmiştir. Kura sayısı oldukça gerilerde olan soytarı Thersites'in ruhu bir maymunun bedenini giyinmeyi göze almıştır. Son sırada yer alan ve dolayısıyla son yaşam şeklini seçme hakkına sahip olan Odysseus'un ruhu ise önceki yaşantısında kazandığı büyük onurun bedeli kendisine çok pahalıya mal olduğundan gösterişsiz bir yaşam istemiştir ve önüne serilen seçenekler içinde kimsenin dikkatini çekmediğinden bir kenara atılmış öylece duran sade bir yaşam biçimi bulup seçmiştir kendisine. Böylece bazı ruhlar hayvanken insana ya da başka bir hayvana dönüşmüş, adil olmayan ruhlar vahşi hayvanlara dönüşürken adil olan ruhlar evcil hayvanlara dönüşmüştür.
Bütün ruhlar bu şekilde teker teker yeni yaşamlarını seçtikten sonra yürüyüp Lakhesis'in önüne gelirler. Lakhesis de yeni yaşamlarında onlara kol kanat gerecek olan koruyucu ruhu (daimön) katar her birinin yanına. Ruh, koruyucu ruhuyla birlikte önce Klotho'nun huzuruna çıkar ve Klotho'nun elinin altından, onun döndürdüğü kirmenden geçer ve böylece seçtiği yeni yaşama bağlanmış olur. Sonra Atropos'un huzuruna gelir. Atropos ruhun bağlandığı yaşamı ya da yeni kaderi örerek çözülemez hale getirir. Bunun ardından ruh artık bir daha hiç ardına bakmadan Kader'in tahtının altından geçer. Diğer ruhlar da aynı şekilde koruyucu ruhlarıyla birlikte bu işleme tabi tutulduktan sonra bir araya toplanırlar ve kavurucu bir sıcağın ortasında, ağaçsız, otsuz Lethe ovasına doğru ilerlemeye başlarlar. Akşam çökünce Ameles Nehri'nin kıyısında konaklarlar. En nihayet nehirden su içme vakti gelir çatar. Bu nehrin ele avuca gelmeyen, hiçbir kaba doldurulması mümkün olmayan sularından içen ruhlar, ölçüyü kaçırdıkları anda her şeyi tamamen unutur ve derin bir uykuya dalıverirler. Gece yansı aniden gök gürlemeye, yer sarsılmaya başlar; ruhlar ne olduğunu hiç anlamadan apansız savrulmaya, oraya buraya sürüklenmeye başlarlar ve sonra da aniden gökyüzüne doğru fırlarlar.
Gördüklerini insanlığa anlatması için Er'in ruhunun Ameles suyundan içmesine izin verilmez, böylece Er hiç farkında olmadan bedenine geri döner. Şafak sökerken gözünü açar ve kendini odun yığınlarının üstünde öylece yatarken bulur.
Platon'un bu mitosunda bizim için önemli olan iki ayrıntı söz konusudur. Birincisi filozofun zihnindeki evren modeli, ikincisi bu evrenin döngüsü içindeki ruhgöçüyle ilgili düşüncesi.
Platon'un zihnindeki küresel evren modeli, kendisinden önceki şairlerden ve düşünürlerden farklı bir modeldir. Kabaca bir kirmene benzetilen ve Kader'in (Ananke) hükmü altında devinen bu evrenin en alt kısmına, yarımküre şeklinde bir ağırşak bağlıdır ve merkezleri bir olan sekiz oyuk yanküreden oluşur. Birbirinin içine geçmiş küreler birbirinden ayrı hareket yeteneğine sahiptir. Bu yankürelerin üstü, içteki mimari yapıyı ortaya çıkaracak şekilde kesiktir. Kürelerin kenarları aralıksız düz bir yüzey oluşturacak biçimdedir ve sabit duran yıldızların yörüngelerini temsil eder. İçinde de yedi gezegen vardır. En dıştaki ağırşağın çemberi hepsinden daha geniştir. Bu genişlikle gök cisimlerinin arasındaki mesafenin kastedildiği düşünülür. Dolayısıyla en dıştaki çemberin genişliği, sabit duran yıldızlar ile Satumus 'un arasındaki aralık olabilir. Genişlik bakımından en dıştaki çemberden, başka deyişle sabit yıldızlardan sonra gelen ikinci çember, altıncı gezegen olan Aphrodite'dir (Ven us). Bu sıralamayla üçüncü çember dördüncü gezegen Ares (Mars). dördüncü çember sekizinci gök cismi olan Ay, beşinci çember yedinci gök cismi olan Güneş, altıncı çember beşinci gezegen Hermes (Mercurius), yedinci çember üçüncü gezegen Zeus (Jupiter) ve hepsinden daha dar olan sekizinci çember de ikinci gezegen olan Kronos'tur (Satumus). Bu gezegenlerin adlan Platon'un en son yapıtı olduğu düşünülen ya da bir öğrencisinin derlediği sanılan Epinomis'te belirtilmiştir.
En geniş ağırşak olan sabit yıldızlar, renk renk parlamaktadır. Yedincisi Güneş'tir ve en parlak olanıdır; sekizincisi Aydır ve yedincinin ışığını yansıtmaktadır. İkincisi (Satumus) ve beşincisi (Mars) birbirine benzer renkte olup daha sarıdır. Üçüncüsü (Iuppiter) en beyazıdır. Dördüncüsü (Mars) al al yanmaktadır. Altıncısı (Venus) ise beyaza çalmaktadır.
Platon'un Kirmen'i (Evren) hiç durmadan döner. İçindeki çemberler ise yavaş yavaş ve zıt yönde dönerler. Bu çemberler içinde en hızlı dönen çember, sekizincisidir (Ay). Hız konusunda ikinci sırada yer alan çember, yedincisidir (Güneş); altıncı (Venus) ve beşinci (Mercurius) çemberle aynı hıza sahiptir. Ardından dördüncü çember (Mars) gelir; sonra üçüncüsü (Iuppiter). sonra da en yavaş hareket eden, ikincisi (Satumus). Bu sekiz çemberin kenarlarına Sirenler oturmuş, çemberlerle birlikte dönmektedir. Her biri farklı bir ses çıkarmasına rağmen bu sesler hoş bir ezgi oluşturacak şekilde birleşir.
Sirenler, Yunan söylence dünyasında kayalık tepelerle çevrili Sirenum scopuli adı verilen bir adanın su perileridir. Adlan zaman zaman değişmekle birlikte genellikle Aglaope, Leukosia, Parthenope, Pisinoe ve Thelksiepia olarak bilinen bu büyüleyici yaratıklar, adanın yakınından geçen gemicileri yürek hoplatan sesleriyle büyüler ve kayalıklara doğru çağınp Yunan dünyasının en trajik kazalarına neden olurlar. Odysseus, Sirenlerin adasından geçerken onların sesleriyle büyülenmemek için gemicilerinin kulaklarını balmumuyla tıkamış, kendisini de geminin direğine bağlamıştır.
Büyüleyici seslerinden dolayı bir kuş olarak düşünülen Sirenler, başlangıçta kafası ve göğüsleri bir kuş, bedeni kadın şeklinde çizilmiş, sonraları kuş ayaklı (kanatlı ya da kanatsız) kadınlar olarak betimlenmişlerdir. Suidas'ta ise göğüsten yukarısı serçe, alt kısmı kadın biçiminde ya da kadın yüzlü küçük kuşlar olarak betimlenmişlerdir. Bu yüzden antikçağın özellikle geç dönem edebiyatında bütün Sirenlerin güzel ve baştan çıkarıcı kadınlar oldukları düşünülmüş, hatta yarı kadın yarı balık bedenli deniz kızları olduklarına inanılmıştır.
Platon'un evren tablosundaki Sirenler ise mitoloji dünyasındaki hoş ezgileriyle gemicileri ayartan yaratıklar olmalarından öte daha derin bir anlam kazanmıştır; çünkü onlar artık bu tabloda "evrenin gizemli ve ahenkli müziğini icra eden varlıklar"dır.
Platon'un zihninde çizdiği evren modelindeki sürekli devinim, ruhgöçü öğretisiyle (metempsykhosis) adeta görünür kılınır. Platon ruhgöçü öğretisiyle Pythagoras'ı Atina'da yeniden canlandırırken şu iki önemli görüşünü de açığa vurur: "Evrende mutlak bir adalet vardır" ve "insan yaşamını seçerken özgürdür." Bu açıdan bakıldığında Er Mitosu'ndaki "ruhların yaşam seçimi sırasındaki halleri" ve bu hallerin ayrıntılı anlatımları da ayrı bir anlam kazanmaktadır. Bu anlam, ruhların yeniden dünya düzenine karışmak için Lakhesis'in önüne geldikleri sırada yüksekçe bir yerden onlara hitaben konuşan rahibin sözlerinde gizlidir:
"Kader' in kızı Lakhesis'in buyruğuna kulak verin! İşte başka bir ölümlü soyun yine ölümle son bulacak olan yeni yaşamı başlıyor, ey kısa ömürlü ruhlar! Size koruyucu ruhunuz kader tarafından verilmeyecek, çünkü koruyucu ruhunuzu siz kendiniz seçeceksiniz. İçinizden ilk kura sayısını alan, Kader'in bağlayacağı yaşamı ilk seçen olsun! Ama şunu bilin ki, erdemin sahibi yoktur. Kişi erdeme saygı gösterdiği ölçüde, ondan saygı görür. Suç, suçu seçenin olur. Tanrı suçsuzdur."
İşte Platon'un, Tibur'da bulunan bir büstünün (İÖ 1. yüzyıl) üzerine de kazınan bu son söz, özgür iradenin dışa vurumudur. Bu söze göre ruh yaşam şeklini seçmede tamamen özgür bırakılmıştır, yani seçim anından itibaren yaşam biçiminden ve o yaşamdaki iyi ya da kötü bütün davranışlarından tamamen kendisi sorumludur. Ruhun kendi iradesine bırakılan bu seçim anı, yaşamın başlangıcındaki en zor andır. Çünkü ruhu erdemli hale getirecek iyi yaşam örneğini ruhu suçlu kılacak kötü yaşam örneğinden ayırt edebilmek en güç iştir. İnsanın dünya yaşamında mutlu olması, öldükten sonra da yargılanma sahnesinden suçsuz olarak ayrılması bu seçim anına bağlıdır. İşte o anda bir insan için en akılcı tutum, aşırı uçlarda yaşanan yaşamlardan çok orta halli yaşamları seçmek ve böylece ruha sonsuz mutluluğun garantisini vermek olacaktır.
Hiç kuşkusuz yaşarken doğruluktan yana olan erdemli insanların yeraltı dünyasının ödülleriyle onurlandırılacaklarına inanılması kadar, dünyada yanlışların batağına saplanmış suçlu ruhların işledikleri kötülüklere ya da günahlara karşılık öte dünyada cezalandırılacaklarına inanılması da bilinen bir özelliktir. Platon'un Politeia'sında150 yaşlı ve zengin bir adam olan Kephalos, öldükten sonraki yargı sahnesini ve alacağı cezaları kara kara düşünmeye başlar. Ona göre insan yaşlanınca Hades'in yargı makamında cezalandırılacağına ilişkin korkular sarmaya başlar ruhunu. Yaşarken kimlere kötü davrandığını bir bir düşünmeye başlar; suçluluk duygusu cezalandırılma korkusuna karışır ve uyku bile uyuyamaz olur. Yaşamda kimseye haksızlık etmediğini düşünen insanınsa gönlünde hep tatlı bir huzur ve öteki dünyada kazanacağı ödüllerin büyük umudu vardır, çünkü ölümün ona bakan yüzü aydınlıktır.
Sokrates, son günlerini yaşarken felsefi yaşam tarzını benimsemenin ölümün anlamını ve öte dünya anlayışının gizemini çözmedeki önemini vurgular ve "felsefeyi gerçekten kavrayan kişilerin sadece ölmenin ve ölmüş olmanın bilgisine ermenin peşinde olduklarını" söyler. Apologia'da "ölüm insanları bu dünyadan başka bir dünyaya götürecek bir geçitse ve anlatılanlar doğruysa, yani insanlar gerçekten öldüğünde o söz konusu mekanda toplanıyorsa, insan için bundan daha mükemmel bir şey yoktur; çünkü eğer öte dünyada bu yaşadığımız dünyanın sözde yargıçlarından kurtulup doğruluğun erleri olan gerçek yargıçların, Minos'un, Rhadamanthys'ün, Aiskos'un ve Triptolemos'un yargılarına ereceksek ve yaşadıkları sürece doğruluktan sapmamış o yarı tanrı insanlarla buluşacaksak ölüm denen yolculuğa gönül rahatlığıyla katlanılabilir," der. Aynca insanoğlu öte dünyada eğer Orpheus'la, Musaios'la, hatta Heisodos ve Homeros gibi edebiyat üstatlarıyla buluşacaksa ya da haksızca yargılanan ve ölen eski zaman kahramanlarından Palamedes'le, Aias'la görüşme olanağı bulacaksa, kendi adına bundan daha büyük onur duyamaz. Demek ki Sokrates'e göre bilgece ölmek, öte dünyada ölümsüzlüğe kavuşmakla eştir.
Görüldüğü üzere Platon'un Er Mitosu adalet, adaletlilik, özgür seçim ve evren gibi sırlı anlamları olan felsefi kavramların açıklanmasında adeta aracı bir rol üstlenmiştir. Bu mitosun bize bildirdikleri kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Ölümlü bir varlık olan insanın yaşamı ve ölümü iç içe örülmüş bütünsel bir yapıdır.
2. Hem bu yaşamda hem de öte yaşamda mutlak bir adalet söz konusudur.
3. İnsan yaşamını özgür seçimiyle belirler ve bu yüzden davranışlarından kendisi sorumludur. İyiden yana tavır aldığında kendini ödüllendirir, kötüden yana tavır aldığında kendini cezalandırır.
4. İnsan ruhu çeşitli bedenlere girme hakkına sahiptir, dolayısıyla insan en iyiye ulaşma hakkına da sahiptir.
5. İnsanın salt bedeniyle gördükleri salt ruhuyla gördüklerinden farklıdır. Bu yüzden bir insan salt ruhuyla görmeye alışkanlık kazanmalıdır ki, doğru olanı görebilsin.
6. Ruhun cezalandırılması iki açıdan önemlidir:
a. Doğru bir yargılama sonucunda ceza alan ruhun çekeceği azap onu iyi bir insan olarak yaşama geri döndürebilir.
b. Çektiği işkenceleri başkalarına göstererek başkalarının da iyi birer insan olmasına neden olabilir.
7. Evren kaderin hükmü altında devinir. İnsanlar ve hatta tanrılar bile kaderin ördüğü ağdan asla kaçınamaz.
Bu gezileriyle hem zihnini hem de ruhunu besleyip derinleştirerek İÖ 385 yılında ünlü felsefe okulu Akademeia'yı kurdu. Böylece sonradan akademi olarak bilinen yükseköğrenim ve araştırma merkezlerinin (en geniş anlamda yükseköğrenim kurumunun veya ilk üniversitenin) de temelini atmış oldu. Bu okul Atina'nın kuzeyin de bilgelik tanrıçası Athena'nın kutsal yerleşim alanında kuruldu. Ağaçlar içinde bir gymnasiondu burası, adının kaynağı da Hekademos adındaki bir kahramana dayanıyordu. Platon'un kurduğu bu okul özellikle matematik, astronomi, doğa bilimleri, retorik, mantık, siyaset ve metafizikle ilgili geniş bilgilerin aktarıldığı adeta bir bilim yuvasıydı.
Platon'un otuzdan fazla diyalog ve on üç mektuptan oluşan bir külliyata sahip olduğu, bir kısmının hala kendisine ait olup olmadığı tartışmalı olan diyaloglarını Sokrates'in ölümünden önce kaleme almaya başladığı söylenir. Bu diyalogların sıralaması hala tartışılagelen bir konudur.
Aristoteles'e göre Platon'un felsefesinin oluşumunda etkili olan önemli şahsiyetler ya da okullar, başta Sokrates olmak üzere özellikle Pythagorasçılar ve Herakleitos'tur. Pythagorasçıların ruh ve ruhgöçü öğretileri, ayrıca salt akıl yoluyla elde edilebilir bir bilgi dalı olan matematiğin yetkinliğiyle ilgili görüşleri sahiden de Platon'u derinden etkilemiştir. Bunun yanı sıra Herakleitos'un bilgi kuramı da öğretilerinin şekillenmesine önemli katkılar sağlamıştır.
Bilgi Kuramı
Platon'un temel felsefesini bilgi (episteme) kuramı üzerine inşa ettiği gözlemlenir. Platon'un bilgi sorunu, "bilginin ne olduğu," "bilgi türlerinin ne olduğu" ve "insanın nasıl bildiği" üzerine yoğunlaşır. Ama hemen belirtmeli ki, Platon bilgi derken bilginin özünü veya en üst bilgiyi, yani bilgeliği (sophia) kastetmektedir, çünkü onun gözünde episteme ile sophia aynı şeydir. Yine de başka bilgi türlerini de yok saymamakta, sadece belirli bir sınıflama yapmaktadır.
Platon'un "Bilgi nedir?" ya da daha doğrusu "Bilginin özü nedir?" sorusu, özellikle İÖ 369 yılına tarihlenen ve epistemolojisinin en büyük çalışmaları arasında sayılan Theaitetos diyaloğunda işlenir. Sokrates bu diyaloğun da baş konuşmacısı ve sorgulayıcısıdır. Diyaloğun Sokrates'in sorularını yanıtlayan diğer iki karakteri ise dönemin genç ve parlak matematikçilerinden Theaitetos ile Theaitetos'un öğretmeni Theodoros'tur.
Sokrates'in sorduğu "Bilgi nedir?" sorusuna Theaitetos'un verdiği ilk yanıt "Bilgi, algıdır" (aisthesis) olur, yani bilgi duyularımızla bir nesneyi algılamamızdır. Bunun üzerine Sokrates, bilgi algı olsaydı, yani sadece algılarımızın bize bildirdikleri olsaydı, o zaman Protagoras'ın "İnsan her şeyin ölçüsüdür," sözü de doğru olurdu, diye karşılık verir. Oysa insanın her şeyin ölçüsü olması, nesnel bir bilginin olmaması anlamına gelir; bunun nedeni de insanın algılarının göreceli olmasıdır, başka deyişle mutlak değil, izafi olmasıdır.
Bizi üşüten bir rüzgar bir başkasını üşütmeyebilir, bazılarına sert, bazılarına hafif gelebilir. Böyle bir durumda aynı rüzgara hem soğuk hem de soğuk değil demek zorunda kalırız ya da Protagoras'ın görüşüne uyarak üşüyenlere göre soğuk, üşümeyenlere göre de soğuk değil demek zorunda. Ama "ona göre, bana göre" şeklinde başlayan cümlelerle herkes için geçerli olan bilgiye varmak zorlaşır. Sonuçta Herakleitos da duyularla ilgili görüşlerini açıklarken, yani "duyulara sunulan şeylerin gelip geçici olduğunu, akış halinde olduğunu, bu yüzden de bilgi konusunda duyulara güvenmemek gerektiğini" belirtirken aynı şeyden bahsetmiyor mu? Öyleyse bilgi, algı değildir.
"Bilgi nedir?" sorusuna Theaitetos'un verdiği ikinci yanıt, biraz çekinerek de olsa, "Bilgi, doğru kanı (alethes doksa) olabilir" şeklindedir. Bunun üzerine Sokrates her şeyden önce "yanlış kanı" (pseudes doksa) diye bir şey var mı yok mu, onu araştırmaya koyulur.
Sonra şu çıkarıma ulaşır: Ne Theaitetos'u ne de Sokrates'i tanıyan bir kimse, "Sokrates, Theaitetos'tur" ya da "Theaitetos, Sokrates'tir" gibi bir kanıya varabilir mi? Eğer A gibi bir şeyin ne olduğunu biliyorsak, A hakkında her şeyi biliyoruzdur, dolayısıyla o şeyin mesela B olmadığını biliyoruzdur ve bu yüzden "A, B'dir" gibi yanlış bir kanıya varmayız. Öte yandan eğer A'yı bilmiyorsak, onunla ilgili hiçbir şey bilmiyoruzdur, dolayısıyla o şey hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Çünkü biz bir şeyi ya biliyoruzdur ya da bilmiyoruzdur, üçüncü bir şık imkansızdır. Buna bağlı olarak bir insan bildiği şeyleri bilmediğini, bilmediği şeyleri de bildiğini düşünemeyeceğine göre, nasıl olur da yanlış kanılara varabilir? Öyleyse insan için temelde yanlış kanı diye bir şey yoktur. Doğru kanı veya doğru algılama (doğru yargı) ise görülen ya da duyulan nesnelerle ilgili yargımızdır, ama böyle bir şeyin sürekliliği yoktur. Çünkü doğru kanının konusu görünüşler dünyasıdır. Platon özellikle Menon diyaloğunda, Sokrates aracılığıyla geometri hakkında hiçbir şey bilmeyen bir köleye geometri problemi çözdürürken doğru kanıların işe yararlığını gösterir, ama aynı zamanda bu kanıların gerçek bilgi olmadığını da kanıtlamaya çalışır. Köle doğru sorularla yönlendirildiğinde kendiliğinden sahip olduğu doğru kanılarla hiç bilmediği bir alanda bireysel bir başarı gösterebilir. Ama doğru kanılar, bilgide olduğu gibi insan ruhuna sımsıkı bağlı değildirler, bu yüzden de gün gelir kolayca kaybolabilirler. Dolayısıyla Platon'un anladığı türde bilgi değildirler.
"Bilgi nedir?" sorusuna Theaitetos'un verdiği üçüncü yanıt ise, "Bilgi, kanıta dayalı doğru kanıdır" (meta logou alethe doksan) şeklindedir. Platon için kanıta dayalı doğru kanı, ancak doğru kanının bilgi olabilmesi için atılmış bir adımdır sadece. Çünkü doğru kanının bilgi olabilmesi için onun neden doğru olduğunun, yani bir nevi hesabının (logos) verilmesi gerekir. Bu yüzden bu tür bilgi de bir episteme değildir.
İdealar
Özellikle 7. Mektup'undan hareket edersek, Platon'a göre varolan bir şeyin bilgisini elde etmemiz için beş basamaktan geçmemiz gerekir. Bu basamaklar bizi o varlığın bilgisine götüren vasıtalardır.
Örneğin dairenin ne olduğunu bilmek için önce adı, tanımı ve imgesi bilinmelidir. Ad, bir kelimeden ibarettir. Söz konusu daireyse, o şeyin adı dairedir. Tanımı ise birtakım isimler ve fiillerden kurulu bir cümleden ibarettir; "Her noktası odağına eşit mesafede bir şekil, dairedir," gibi. Dairenin imgesi, dairenin taslağıdır. Dördüncüsü benim daireyi zihnimde nasıl kavradığımla ilgilidir. Beşincisi ise bu dairenin kendisidir, yani daire neyse odur; daireliktir, dairenin çekirdeğidir, özüdür. Bu mantık varolan her şey için geçerlidir, yani bahse konu olan ister düz bir şekil olsun, ister küre, hatta ister iyi olsun, ister güzel, ister ateş, su gibi doğa yaratımı öğeler, isterse tüm canlılar, hatta tüm duygu durumları.
Peki bu dünyada gördüğümüz daire şeklindeki tekerlekler, fıçılar, çarklar vs için durum nedir? Bunlar kusursuz daire değildir; bir yerleri eğridir ya da kabarıktır. Dolayısıyla bütün bu kusurlar, "her noktası odağına eşit mesafede bir şekil" olan daire tanımına halel getirir.
Kuma, kağıda çizdiğimiz daire şekilleri için de aynı şey söylenebilir. Öyleyse odağından uzak noktalarla çizdiğim daire şekilleri, benim daireden ne anladığımı gösteren şekillerdir, yani benim zihnimin birer ürünüdür. Ama benim zihnimin ürünü özneldir ve daire ideasıyla (fikriyle) aynı değildir. Daire fikri öznel değildir, tek tek insan zihinlerinin ürünü değildir; aksine nesnel bilgidir, kesindir, mutlaktır. Başka deyişle bu bilgi o kişiye göre böyle, bu kişiye göre şöyle olamaz; değişmez, kusursuz, her zaman ve her yerde doğru bilgidir. Gene de benim zihnimdeki daire fikri, kusursuz daire fikrinden pay almıştır, ona karşılık gelir; parmağımdaki yüzük gibi eksik bir tahmin ürünü değildir. Platon 7. Mektup' unda bu konunun başka herhangi bir konu gibi söze dökülemeyeceğinden, gece gündüz üzerine düşünüldükten sonra adeta bir kıvılcımla parlayan ateş gibi ruhta bir anda parlayıp bu şekilde kendi kendini besleyeceğinden söz eder. Platon'un felsefesinin özü olan idea, Yunanca idein fiilinden türemiştir ve "görülen şey" demektir. Platon bazen idea yerine eidos (görülen şey, biçim, şekil) kelimesini de kullanır. İdea bu bağlamda "imge, görünüş, biçim" anlamına gelir. Aristoteles idea kelimesini morphe (biçim) kelimesiyle karşılar, bazen de "cins, tür, sınıf" anlamlarında kullanır ki zaten Platon'un da kimi zaman idea yerine kullandığı eidos kelimesi, mantıkta "sınıflama ilkesi" anlamına gelir.
Latincede bütün bu anlamları karşılayan species kelimesi de, spicio (bakmak, görmek) fiilinden türemiştir ve Yunancadaki eidos ve idea gibi "görme" fiiliyle bağlantılıdır. Latince species kelimesi ayrıca "güzel olan, güzellik" anlamına da gelir. Bu durum, species kelimesini yine "güzel" anlamına gelen Latince formosus sıfatından türeyen forma (biçim, figür, şekil, uygun ve güzel görünen biçim) kelimesiyle eş anlamlı kılar. İşte Platon'un ideasında bu etimolojik içeriklerin hepsi mevcuttur ve felsefesinde derinleştikçe bu anlamların hepsinin Platon'un ideasında birbirinin içine örüldüğü anlaşılacaktır. Bu örgüyü açmak için önce ideadan ilk çıkaracağımız anlamla hareket edelim.
Platon'un ideası, en genel anlamıyla, "baktığımda ya da gördüğümde bana görünen biçim" demektir; yani bir şey gördüğümde o gördüğüm şey bir ideadır. Örneğin bir adam gördüğümde, onu kendisi olarak, yani bir insan olarak görürüm. Çünkü benim zihnimde, baktığımda gördüğüm şekle karşılık gelen bir insan ideası vardır ve ben onu gördüğümde bu ideadan pay almış olarak görürüm. Aynı şekilde beyaz bir kağıt parçası gördüğümde, bu kağıt parçasını beyaz görmemi sağlayan, zihnimdeki beyazlık ideasıdır. Yazılı bir kelimeye baktığımda onu hemen görmemin ve anlamamın nedeni onun bende bir ideası (fikri) olmasıdır. Eğer bu kelime yabancı dildeki bir kelimeyse ve benim bu yabancı dile hiç aşinalığım yoksa, onu hiçbir şekilde bilemem; sadece birtakım harfler görürüm, çünkü bende ancak bu tek tek harflerin bir ideası vardır. Ama söz konusu durumda bu harfler benim tanımadığım bir dizilişte olduğundan, kelimeleri tam manasıyla göremem, yani anlayamam. Benzer şekilde okumayı bilmediği gibi ne okuduğunu da bilmeyen bir insan, kitabı görmez ya da anlamaz, çünkü onda böyle bir şeyin ideası yoktur. Öyleyse idea, bilginin temelidir ve şeyleri olduğu gibi (neyse öyle) gösteren şeydir. Platon'a göre bir nesneyi genel anlamda bilmek için ilkin "Bu nedir?" diye sormak gerekir. Bu sorunun yanıtıyla biz söz konusu nesneyi bir kavram altına sokmuş, yani sorulan soruya verdiğimiz yanıtla bir yargıda bulunmuş oluruz. Örneğin "Bu nedir?" "Bu bir insandır," gibi. İşte bilgi, karşımızda duran nesnelerle ilgili bir yargıda bulunmamızdır. Yargı verirken de biz ilgili nesneyi genel bir kavramın içine yerleştirmiş oluruz. Bu yüzden daha derin anlamıyla bilgi, genel ya da tümel kavramlar oluşturmaktır. Algı burada hiç mi işe yaramaz? Tabii yarar. Algılar bize tek tek nesneleri gösterme işinde yararlı olur. Ama düşünce devreye girdiğinde, ancak o zaman algının gösterdiği nesneler genel bir kavram altında toplanır. Demek ki gerçek ya da doğru bilgi (episteme) duyularla değil, ancak onlar hakkında düşünmeyle elde edilir. Dolayısıyla her bilgi genel kavramları düşünmek demektir. O halde bilgi sahibi olmak için her şeyden önce genel kavramlar oluşturmak şarttır. Sonra da genel kavramlar arasındaki ilişkileri saptamak gerekir. Örneğin Phaidon'daki bir örnekten hareket edecek olursak, sıcaklık ve soğukluk arasında değişmez ve belirli bir ölçü vardır. Ama sıcak olan nesneler yeri gelir soğuk da olabilir. Buna rağmen "sıcaklığın kendisi" ve "soğukluğun kendisi" arasındaki o değişmez ölçü asla yok olmaz, hep vardır. Platon'a göre kar ateş karşısında eriyorsa, bunun nedenini bilmek için önce kar ve ateşin ne olduğuna bakmak gerekir. Kar yapısı gereği soğuktur, yani soğuk kavramının altında yer alan bir nesnedir. Ateş de yapısı gereği sıcaktır, yani sıcak kavramının altında yer alan bir nesnedir. Sıcaklık ve soğukluk birbirine hep karşıt kavramlardır, dolayısıyla nesneleri de birbirlerine hep karşıttır, yan yana gelemezler, gelirlerse bu örnekte olduğu gibi kar ateşin karşısında erir. Bu bilgi bütün diğer olaylar için de geçerlidir. Öyleyse Platoncu anlamda hakiki veya ezeli-ebedi bilgiye (episteme) ulaşmak, tek tek şeylerden yola çıkarak bunların ilk örneği olan idealara yükselmek ve idealar arasındaki ölçüleri idrak etmekle mümkündür. Platon'un bilgi kuramı sonuçta bizi iki evren ya da alem modeli tanımaya götürür:
1. Tek tek nesnelerin yer aldığı ya da sürekli bir değişim halinde ki alem; gölgeler alemi. Çünkü tek tek nesneler bugün varken yarın yok olabilirler. Bunlar ideaların silik birer kopyasıdır. Ama hiç kuşkusuz bunlar da bilinmeye değerdir.
2. İdeaların ya da ideal olanların alemi. İşte bu alem tek tek nesnelerin kendi idealarından pay aldığı, başka deyişle tek tek nesnelerin idealarının bulunduğu, tam, eksiksiz, kusursuz veya mükemmel olan alemdir. En önemlisi de ancak ve ancak düşünceyle kavranır.
İdealar alemindeki hiçbir idea, Adcıların iddia ettikleri gibi insanların kendi isteklerine göre düşünerek buldukları bir şey değildir. Yani sadece birer "addan" veya birer "kelimeden" ibaret değildir.
Onların kesin bir gerçekliği vardır. Adcılara göre bütün tavşanlar birbirine benzediği için insanlar onlara tavşan adını vermiştir ve bu adı bir idea olarak görmek yanlıştır. Başka deyişle tavşan ideası diye bir şey yoktur. Platon'a göre ise idealar birer ad ya da kelime olmaktan çok ötedir, gerçek varlığa sahip olarak kendiliğinden varolandır. Platon'un diyaloglarında bu iki alem arasındaki ilişki, birtakım ilkeler üzerine kuruludur. Ama bu ilkeler açıklanmadan önce tek tek şeyler kendi aralarında sınıflanır ve belirli bir ideaya bağlanır.
Bunu bir formülle açıklayalım: A, B, C'lerin hepsinin F olduğu yerde, bunların hepsi F'nin tek bir biçimiyle bağlantılıdır. Çünkü A, B, C'lerin hepsi F'nin tek bir ideasından pay alır ya da onu taklit eder.
- Bu Ortaklık ya da Müştereklik İlkesi'dir.
- Söz konusu F ideası, F olan her şeyden ayrıdır. Bu Ayrılık ilkesi'dir.
- F'nin ideası, F'nin kendisidir. Bu Kendinden Apaçıklık ilkesi'dir.
- F ideası F'den başka bir şey değildir. Bu Saflık İlkesi'dir.
- Ancak ve ancak F ideası gerçekten, doğru şekilde ve mutlak olarak F'dir. Bu Teklik ya da Benzersizlik İlkesi'dir.
- İdealar sonsuzdur, bölümleri yoktur ve değişime uğramaz; duyularla da algılanmaz. Bu da Yücelik ilkesi'dir.
Mağara Allegorisi
Platon'un ölümlü olan maddi evreni ile ölümsüz olan idealar alemi arasındaki ilişki ışığın gölgesiyle olan ilişkisi gibidir. Bunun en iyi açıklaması Politeia (Devlet) adlı eserinin 7. Kitabındaki ünlü mağara benzetmesinde gözler önüne serilir. Bir yeraltı mağarası düşünelim der Platon. Önünde ışığa açılan bir giriş olsun bu mağaranın. İçinde de ışığa sırtlarını çevirmiş yerde oturan, zincire vuruldukları için hiçbir yere kıpırdayamayan, başlarını bile oynatamayan tutuklu insanlar. Bu insanların arkasında yüksekçe bir yerde bir ateş yanıyor olsun. Bu ateş ile sırtı dönük insanlar arasında da boylu boyunca alçak bir duvar ve bu duvarın arkasında da başka insanlar bulunsun ve bunlar ellerinde tahtalardan, taşlardan oyulmuş kuklalar tutuyor olsun. Mağaranın içindekiler sırtları dönük olduğundan bu insanları göremezler, sadece yanan ateşin ışığı sayesinde karşılarındaki duvara vuran gölgelerini ya da yansılarını görebilirler. Bu yüzden onlar ancak o duvardaki yansılara adlar verip gerçek nesneleri bu adlarla tanıdıklarını sanırlar. Bu arada kulaklarına çarpan seslerin de bu gölgelerden geldiğini zannederler. İçlerinden biri zincirleri çözülüp mağaranın dışına çıkarılsa, gün ışığı gözlerini adeta kör edercesine kamaştıracak ve mağaranın hemen içine dönmek isteyecektir. Çünkü eski gördükleri onun için hala esas gerçeklerdir. Dışarıdaki nesneleri görmesi için bir süre orada kalması ve gözlerini ışığa alıştırması gerekecektir. Gözleri ışığa alıştıktan sonra bile her şeyi bir anda göremeyecektir. Önce yine insanların ve şeylerin suda yansılarını, yani gölgelerini görecektir, sonra nesnelerin kendilerini görecektir ve yüzünü göğe doğru kaldırdığında da yıldızları, Ay'ı ve Güneş'i görecektir. Daha sonra mevsimleri ve yılları meydana getirenin Güneş olduğunu, görünen dünyayı Güneş'in düzenlediğini ve mağarada gördüğü her şeyin asıl kaynağının Güneş olduğunu anlayınca da hala mağarada bulunan insanlara acıyacak ve onların önlerindeki duvara yansıyan gölgeleri görüyor olmalarına, bu gölgeler hakkında yaptıkları yorumlara, onlara verdikleri değerlere küçümseyerek bakacaktır. Ama mağaraya geri dönüp de dışarıda gördüğü şeyleri mağaradakilere anlatmaya kalksa ve asıl olan şeylerin mağaranın dışında olduğunu ve mağarada görülenlerin birer gölgeden ibaret olduğunu söylese kimse ona inanmayacaktır.İşte insanın dünyadaki hali bu kadar trajiktir, çünkü sadece gölgeleri görmekte ve hakikatin gölgelerini hakikatin (idealar aleminin) kendisi sanmaktadır. Oysa zincirlerini kırıp hem mağaranın hem de kendinin dışına çıkabildiğinde, bu dünyada duyularıyla algıladığı tek tek şeylerin gerçeğinin, yani ideasının birer taklidi, birer kopyası olduğunu anlayacak ve bunu anladığı anda da doğrunun ve hakikatin kendi yaşadığı dünyanın dışındaki bir alemde, idealar aleminde olduğunu idrak edecek ve ancak bu şekilde özün bilgisine erebilecektir.
2. Platon'da Ahlak
Platon'un idealarını anlamak, felsefe öğretisinin temeli olan ahlak anlayışına ve insan, ruh, iyi, erdem, hatta din, dindarlık, devlet, devlet adamı, devlet yönetimi, eğitim ve öğretim gibi konulardaki görüşlerine de hakim olmak demektir.
Parmenides'ten beri felsefede aranan hakiki varlık, şeylerde içkin değildir, onların dışındadır, yani idealardadır. Bu yüzden bunlar şeylerin hakiki varlığını içeren metafizik varolanlardır; bunlar kelimenin tam anlamıyla vardır, yani Platon'un deyimiyle "varolan olarak varolandır" (ontös on). Idealar, varlığı varlık yapan bütün yüklemlere önceden sahiptir; bu yüzden bir'dir, değişmezdir, ezeli - ebedidir, yok olanla hiçbir şekilde karışmamıştır, harekete bağımlı değildir, dolayısıyla yok olmaya da. Yani zamana bağlı değildir; ne olmuştur, ne olacaktır ne de yok olacaktır. O hep vardır, olandır, olacak olandır; mutlak olarak, yani kayıtsız şartsız vardır. Şeylerin varlığıysa ikinci derecede, zamana bağımlı ve noksan olduğundan, ideaların varlığı üzerine kurulmuş ve idealardan pay almış olarak vardır. İşte Platon bu yüzden gerçekliği, duyularla algılanan şeylerin dünyası ile doğru, tam, kusursuz ve yetkin varlık olan ideaların dünyası olmak üzere ikiye ayırmıştır.
O halde ideaların varlığı aşağıdakileri bilmek için şarttır:
1. Şeyleri olduğu gibi (neyse öyle) bilmek için.
2. Varolan ve varolmayan (yani gerçek anlamda varolmayan) bu şeylerin olabileceğini bilmek için.
3. Şeylerin olmasının ve olmayı durdurmasının nasıl mümkün olduğunu anlamak için.
4. Varlığın tekliğinin (biricikliğinin) şeylerin çokluğuyla bir aradalığının (uyumunun) nasıl mümkün olduğunu anlamak için.
Ruh Kavramı
Platon şeylerin varlığını araştırmaya başlayınca ilkin paradoksal bir durumla karşı karşıya kalır, yani bu şeylerin gerçek varlıklarının olmadığını, bu yüzden de varlığın esasının keşfinde bu şeylerin kendisine yardımcı olamayacağını anlar. Bu durumda nasıl bir yol izlemeli ve varlığı bulmak için nereye bakmalıdır. Gerçek varlık (doğru ya da hakiki oluş) idealarda bulunmaktadır, ama idealar benim bilincime ancak dolaylı yollardan gelmektedir, yani bunlar dünyada yoktur. Yine de ben bir şekilde onları bilirim, onlar benim içimdedir, dolayısıyla bana şeyleri bilme izni verirler. Bu nasıl mümkün olabilir? Platon bu soruya bir mitos yaratarak yanıt bulmaya çalışır. Phaidros adlı diyaloğunda geçen bu mitos, idealar hakkında bilgi edinmemizi kolaylaştırdığı gibi. Platon'un ruh (psykhe) anlayışını ve insanın ilk kökeni hakkındaki fikirlerini anlamamıza da yardımcı olur, dahası Platonculuğun düşünsel yöntemini bir bütün olarak kavramamızı sağlar.
Bu mitosta ruh iki kanatlı atla çekilen bir arabaya benzetilir. Bu atlardan biri dizginlenebilen, iyi huylu bir attır, diğeri ise dizginlenemez, kötü huylu bir at (duygular ve içgüdüler) . Bu iki atı çeken arabacı (akıl) her iki ata da hakim olmaya çalışır. Atlı araba kanatlarıyla göklerin üstünde bir bölgede her şeyi temaşa etmek üzere idealar alemine yol almaktadır. Ama öyle bir an gelir ki, iki atın hızını dizginlemek mümkün olmaz ve araba devrilir, atlar kanatlarını kaybeder ve ruh da aşağıya düşüp bir bedende biçimlenir. Ruh, ideaları bir anlığına bile görebilmişse bu beden insanın bedeni olabilir ancak, bir hayvanın bedeni değil. Buna uygun olarak, yani ruhun ideaları az çok temaşa edebilme imkanına göre ruhlar arasında kendiliğinden bir hiyerarşi oluşur. Bu dokuz katmandan oluşan bir hiyerarşidir ve bu hiyerarşide filozoftan başlayarak teker teker aşağıya doğru inilir, ta ki bir tirana gelinceye değin.
Demek ki Platon için insan, ilkece gökten inen ve inmeden önce ideaları az ya da çok görmüş olan ruhun aşağıya düşüşünden ve bedenlenişinden ibarettir. Ne var ki insan ruhu bedenlendiği andan itibaren idealar aleminde gördüklerini unutur. Önceden sahip olduğu kanatlar, bedenlendiği anda işlevini yitirir, hantal bir çotuk olarak öylece kalakalır; ta ki insan şeyleri görüp de ruhunun önceki varoluşunda temaşa ettiği ideaları hatırladığında kımıldanmaya başlayıncaya değin. Kımıldanma, Platon'da bilmeye başlama anıdır. Ona göre insan şeylerle bilmeye başlar ki, şeyler onun hafızasını uyarsın ya da zamanında görmüş olduğu ideaları ona tekrardan hatırlatsın (anamnesis). Bu nedenle "bilgi, dışımızdaki şeyleri görmek değil, içimizde olanı hatırlamaktır." Şeyler onları terk etmemiz ve düşüncelerimizi idealara yükseltmemiz için sadece birer uyarıcıdır(Lat. stimulus), manalı birer metafordur, ideaların birer gölgesidir. Gölgeler, şeylerin işaretleridir ve bizi şeylerin varlığından haberdar ederler. Önceki kanatlarımızın bulunduğu sessiz, dilsiz kökü uyarırlar ve onu yeniden diriltmeye, kanatlandırmaya veya yeniden doğmaya teşvik ederler. Bir huzursuzluk hissettirirler önce, acı veren bir gıdıklanma; adeta uykudan uyandırmak, görülen rüyadan kaldırmak için atılan bir çimdik gibi. Kanatlara doğa tarafından ağır şeyleri yukarıya, ta havaya, yani tanrıların mesken tuttuğu yerlere kadar kaldıracak kuvvet bahşedilmiştir. Bu kuvvet Platon'daki eros'un (derin sevginin, yani aşkın) kendisidir; bu kuvvet, güzel şeylerin temaşasıyla başlayıp güzelin kendisi olan ideayı (güzellik) hatırlatarak sona eren ve böylece bizi idealar alemine götüren sevginin ta kendisidir.
O halde Platon'a göre insan düşmüş bir varlık olsa da, ideaları gördüğü veya şeylerin öz varlığını temaşa ettiği için hakikatten pay alan, ayrıcalıklı ve seçkin bir varlıktır. İnsana dair bu düşünce Platon için ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlayıcı en mükemmel önermedir. Daha önce konu ettiğimiz mağara benzetmesi hatırlanacak ve mağaranın içindeyken dışına çıkan insanın durumu düşünülecek olursa, Platon'da insanın iki ayrı gerçekliği (duyulur dünya ile düşünülür dünyayı veya maddi dünya ile idealar dünyasını) tek bir gerçekliğe indirgeyebilen biricik varlık olduğu anlaşılır, çünkü insan her iki dünyayı da gören tek varlıktır. Duyulur dünya ile zihindeki dünya insanın iki kapasitesi (imkanı) olduğunun en önemli işaretidir. İlkin mağarada bulunan insan ile sonradan mağaranın dışına çıkıp ışıkta duran insan, ilkece aynı insandır ve bu insan zihninde bu iki dünyayı birleştirebilecek imkana sahiptir. Dünya başlangıçta çiftken insanın karanlıktan aydınlığa geçişiyle bütünleşir. Bu yüzden bu dünyada yok olma, gerçek varlıktan pay alındığı için, idealar aleminde de yok olma anlamına gelmez.
Platon için, ruhların hiyerarşisine benzer şekilde, idealar aleminde de zihnimizde bir piramit olarak canlandırabileceğimiz bir yükseliş söz konusudur. Zaten insanın idealar alemiyle iletişimi (koinonia) bu tür bir hiyerarşi sayesinde mümkün olur. İşte idealar piramidinin en üstünde İyi (agathon) durur. Dolayısıyla iyi de bir ideadır, ama en yüksek ve en değerli idea. Bu "ideaların ideasıdır, ya da bir benzetmeyle söyleyecek olursak, Güneş'in ideasıdır. İyi yanıyla da ideaları görmüştür ve onlarla özel bir iletişimi ya da bağı vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu bağ onu ölümsüz kılar. Ruhun ölümsüzlüğünün Pythagoras ve taraftarlarının felsefesinde önemli bir yer tuttuğu hatırlanacak olursa, Platon'un da bu konuda onların görüşlerinden fazlasıyla etkilenmiş olduğu anlaşılır.
Platon'a göre ruh, üç bölüme ayrılır:
1 . İştahla ilgili maddi bölüm: Bedenin ihtiyaçlarına bağlı olan ve bedensel arzuların, tutkuların vs doğrultusundaki bölümdür. Tek işi sevmek, acıkmak ve susamaktır; doymak bilmez ve sürekli haz almak ister. Midede yer alır.
2. Heyecanlarla ilgili bölüm: Dürtüler, heyecanlar ve duygulara bağlı olan bölümdür. Ruhun her türlü heyecanla kıpır kıpır olduğu, kah kızdığı, kah sevindiği, kah coştuğu vs yerdir. Yürekte yer alır.
3. Akılla ilgili bölüm: ideaların ve aklın buyruklarına göre davranan iradenin bilgisine ermemizi sağlayan bölümdür. Başka deyişle ruhun tanrısal bölümüdür. İnsanın akılla kavradığı her şeyle bağlantılıdır.
Asıl amacı ruha heyecanlarına gem vurmasını bildirmek ve onu yeniden idealara kavuşturmaktır. Kafada yer alır. Platon'un ahlak öğretisi de işte bu üç bölümden ibaret ruhla bire bir ilintilidir. Çünkü ruhun her üç bölümünün de bir şekilde idare edilmesi gerekir ve mükemmel işlemesini mümkün kılacak bir niteliğe, yani erdeme veya kuvvete ihtiyacı vardır; buna ruhsal yetkinlik (arete) de diyebiliriz. Ruhun iştahlarla ilgili bölümünün, yani tutku, istek ve arzularla (eros, epithymia) dolu yanının ölçülülüğe (sophrosyne) ihtiyacı vardır. Heyecanlarla ilgili canlı, kıpır kıpır bölümü (thymos) cesaret ya da yiğitliğe (andreia) ihtiyaç duyar. Akli yan (logos, nous) ise ruhun tanrısal veya ölümsüz bölümüdür ve bilgelik ve sağduyuyla (phronesis) donanımlı olmak zorundadır. Ama Platon'da dördüncü bir erdem ya da kuvvet daha vardır ki, o da adalettir (dikaiosyne); çünkü ruhu oluşturan bölümler bir birliğin öğeleri veya bir bütünün parçalarıdır, dolayısıyla birbirleriyle bağlantı içindedir. Bu bölümler arasında kurulabilecek adil bir ilişki, ruhun en önemli erdemidir. Bu dört kuvvet, sonradan Hıristiyan öğretisine sağduyu, adalet, cesaret veya yiğitlik ve ölçülülük olarak miras kalacaktır.
Platon'un ahlakı en yüksek iyiye ulaşma çabası üzerine şekillenmiştir. Çünkü en yüksek iyi mutluluğun (eudaimonia) kendisidir ve insanın tüm yaşam çabası mutlu olmaya yöneliktir. İnsanın mutlu olmasının anlamı, zihinsel istek ve eğilimlerinin tam olarak karşılanması, yani zihinsel doygunluğudur. Aslında bu anlamdaki bir doygunluk tüm Yunan ahlak anlayışının özüdür. Platon'da bu gelenek içinde yetişmiş bir filozof olarak her şeyden önce insanı en yüce iyiye götürecek, yani insanın ruhunu doygunluğa ulaştırıp ona mutluluğu tattıracak olan yollan araştırmıştır. Tıpkı Sokrates gibi o da insanın tüm davranışlarını bu mutlu sona ulaşmayı hedefleyecek şekilde ayarlamak gerektiğinin üzerinde durmuştur. Ona göre mutluluk, yani "iyi olma hali" herkesin isteyeceği bir şeydir, bu anlamda insanın yaşamdaki en anlamlı çabasıdır. Ama bu çabalamada en önemli konu, iyinin nerede bulunacağını görmektir.
Platon için iyinin idealar dünyasının en üst katmanında yer aldığını belirttik. O zaman bu en üst katmana ulaşmak için her şeyden önce insanın kendi içine çekilmesi, ruhuna bakması ve daha önce temaşa ettiği iyiyi orada görüp tanıması gerekir. Bu da tefekkürün ta kendisidir. Böyle bir tefekkürse ancak madde aleminden kopmakla mümkün olabilir. Öte yandan insanı bu çabaya teşvik edici olansa maddi alemde, yani duyular aleminde gördüğü güzelliklerdir. Çünkü insan bu güzellikleri görmeli ki, ruhu onların ardındaki güzellik kavramına (kalon) ulaşmak için kıpırdanmaya başlayabilsin. O halde Platon için en yüksek iyiye ulaşmada madde aleminden ayrılmak ne kadar önemliyse, bu alemdeki güzellikleri seyretmiş olmak da o kadar önemlidir. Ne var ki madde aleminde, idealar dünyasında bulunmayan eksiklikler ya da kötülükler de mevcuttur. Kötülük, iyinin karşıtı olarak salt madde aleminde her zaman bulunan bir durumdur ve insan istese de istemese de madde aleminde hüküm süren kötülüğü tümüyle ortadan kaldıramaz; oysa idealar aleminde kötülüğün bir ideası yoktur, çünkü o alemde eksiklik diye bir şey söz konusu değildir. Öyleyse insan elinden geldiğince erdemini (arete) ve sağduyusunu (phronesis) devreye sokarak yaşadığı dünyada iyiyi kötüden ayırt etmeyi bilmeli ve her türlü kötülükten uzak durabilmeyi başarmalıdır.
Platon için beden ruhun hapishanesidir. Ruh beden içindeyken tutsaktır, zincirlerle bağlıdır, kanatları yoktur. Buna rağmen akli yanını kullanıp bedenin içindeki karanlığı görme ve o karanlıktan kurtulmak için çaba harcama imkanına, hatta kanatlarını eskisi gibi çırpa çırpa idealar alemine düşünsel bir yolculuğa çıkabilme imkanına sahiptir. Bu anlamda Platon'un bütün ahlak öğretisi aslında insanın "içe bakış" denemesidir veya "ilk halini hatırlama" denemesi. Burada şunu da gözden kaçırmamak gerekir: Ruh bedeni kötü bulduğu için ondan kaçsa da, asıl kötülük ruhun kendisindedir, ruhun bedenlenmesindedir, yani ruhtadır; öyleyse ruh kendi işlediği kötülükle yine kendisi mücadele etmek durumundadır. Ayrıca kötülüğü işlediğinde bunun cezasını çekecek olan da yine kendisidir.69 Ruhun bedenleme anında başlayan ve yavaş yavaş serpilip boy atan eksiklikler ve kötülükler zamanla onu maddi aleme iyice bağlamış ve gitgide aşağılara doğru çekmiştir. Bedenin isteklerine boyun eğdikçe ruhun işlediği bu kötülük daha da hararetlenmiştir. Bu yüzden yapılacak ilk iş, sağduyu ya da aklı her zaman işler durumda tutup bedensiz bir yaşama, yani salt zihinsel bir yaşama kavuşmanın yollarını aramaktır. Bu da ancak felsefeyle mümkün olur. Şu da var ki Platon'da iki dünya, yani iki gerçeklik söz konusu olduğundan, insanın beden kısmı da tümden değersiz değildir; çünkü ruhun akli kısmını işletip doğruyu, iyiyi ve güzeli görmesini ona ancak beden sağlayabilir. Bu diyalektik bir süreçtir. Bu yüzden Platon bu noktada sevgi öğretisini geliştirip bu hisle ruha madde aleminde neleri istemesi ve nelerden kaçınması gerektiğini anlayabileceğini göstermek istemiştir. Bu bağlamda özellikle Symposion ve Phaidros adlı diyaloglarında sevgiyi (eros) bilgiye erme yollarından biri olarak sunmuştur. Bu yol insanı idealara sıkı sıkıya bağlayan bir gönül yoludur. Sevginin verdiği güç ya da ışık olmasa, ruhun idealara kavuşma gibi bir isteği de olmaz. Platon'a göre iyi ya da güzellik ideası madde alemine bütün parlaklığıyla yansır ve ruhu cezbedip kendisine doğru çeker. "Bu dünyanın güzelliklerini görerek başlayacaksın işe," der Platon, "çünkü ancak bu şekilde kademe kademe Güzel'e (kalon) ulaşabileceksin. Güzel bir nesneden iki güzel nesneye, iki güzel nesneden üçüncüsüne geçe geçe, bu güzelliklerden güzel işlere, sonra güzel bilgilere ve en sonunda da biricik bilgiye varacaksın. Bu biricik bilginin anlamı ise mutlak güzellikten başka bir şey değil."
En yüksek iyi, güzellik ve bilgi, haz, ölçü ve doğrulukla harmanlanmış demek ki Platon'da. Bu yüzden ruhun bu değerleri tek tek madde aleminde, yani şeylerde görmesi, ayırt etmesi, sonra da onlan kendinde birleştirip bütünlemesi gerekir. Platon haz ve hoşnutluğu en iyiye götürecek bir duygu durumu olarak kabul etmekle bunların karşıtı olan keder, hoşnutsuzluk ve acıyı da kabulleniyor demektir. Demek ki Platon'un ahlak öğretisi, Stoacı ahlakta olduğu gibi mutlaka acıdan uzak durulmalı demiyor insana, yani insanın her an apatheia durumunda yaşamasını öğütlemiyor. Aksine madde aleminde acı, keder vs gibi kendini huzursuz edecek bütün hisleri tatmalı ki, gönlündeki idealara kavuşma özlemi de bir o kadar artsın; yeter ki bu tür karşıt duygulan o gönülde bilgece harmanlamayı bilebilsin.
Platon'a göre ruhun sağlıklı, yetkin ve düzenli oluşu onu erdemli kılan niteliklerdir. Erdem (arete), ruhun yetkinliğidir. Bir insan erdemli oldukça, yani ruhu yetkinlik kazandıkça veya bilgilendikçe iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, tam olanı eksik olandan ayırt etmesini de öğrenir. O halde insanı en üstün iyiye, dolayısıyla mutluluğa ancak kendi ruhunun yetkinliği ulaştırabilir. Ruhun yetkinliği için de her şeyden önce iç düzenine veya uyumlu olmaya (harmonia) özen göstermesi gerekir. Zaten ruhun iyi olması, uyumlu olması demektir, kötü olması da uyumsuz olması. Ruhun dengesinin yitirilmesi, uyumsuz olmasına davetiye çıkarır. Bu dengeyi kuracak olan da akıldır. Akıl ruha hakim olduktan sonra ruh yalnızca kendi iradesiyle hareket eder, başkalarının iradesine göre değil. Kendi iradesi de aklının ona buyurduklarından başka bir şey değildir. Aklın buyruklarına uymaksa bedenin kışkırtıcılığına yanıt vermemek, tutkulara ve aşın heyecanlara kapılıp gitmemektir.
Sokrates'te olduğu gibi, Platon'a göre de erdem bilgidir. Bu bilgi doğuştan insana verilmiş bir armağan olmakla birlikte doğru bir çabayla da kazanılabilir. Ama aslında bu bize göre bir ve aynı şeydir. Çünkü doğuştan ruha verilen armağanlar, Platon'un iki dünya gerçekliği temel alınarak düşünüldüğünde, madde alemine düşen bir ruhun unuttuğu armağanlarsa, bunlar sonradan gösterilecek çabayla yeniden kazanılabilir. Menon diyaloğunu tekrar hatırlarsak, kölenin doğuştan itibaren kendinde birtakım armağanlar olmamış olsaydı, yani köle doğuştan birtakım değerlere sahip olmasaydı, ruhunda doğuştan getirdiği bir bilgi havuzu bulunmasaydı, kendisine sorulan sorular doğru bile olsa bu sorulara yanlış yanıtlar vermesi ve ilgili problemi çözememesi hiç de şaşırtıcı olmazdı. Oysa bu köle Sokrates'in maieutike (doğurtma) yöntemiyle kendinde zaten varolan bilgileri doğru bir mantık yürüterek sonuca erdirmesini bilmiştir. Bu diyalog bize Platon'da doğruyu saklı durduğu yerden çıkarmak maksadıyla yapılan konuşmanın, yani diyalektiğin de tüm gizemli anahtarlarını verdiğinden, tekrar tekrar okunmaya değerdir. İnsan böyle bir konuşma veya öğrenme ortamında içindekilerin yukarı çekildiğini ve yavaş yavaş ilk örneklerin hepsini anımsadığını (anamnesis) fark eder ve kendi diline getirir. Platon'un burada kullandığı anamnsis terimi bu durumu gayet iyi ifade eden bir anlam içeriğine sahiptir. Bu tür bir anımsama, önceden öğrenilen bir şeyin zihinde canlanmasıdır, adeta yeniden doğmadır ve deneyden tamamen bağımsızdır. Kısacası anamnesis, ideaların zihinde yeniden can bulmasıdır, başka deyişle salt ruhta varolan ilk bilgiyi yukarıya doğru çekmekten başka bir şey değildir.
Platon'da insan ruhunun ölümsüzlüğü ve yeniden hatırlama özelliği Yunan mitoslarında sıkça işlenen Lethe (Unutkanlık) Nehri'ne ait özelliklerin felsefeleşmiş biçimidir aslında. Bu bağlantıyı kurmamızda bize özellikle Gorgias diyaloğunda Sokrates'in sorduğu şu soru yardımcı olur: "Kim bilebilir, acaba yaşamak mı ölmektir, yoksa ölmek mi yaşamak?" Yaşamla ölümün bu kadar iç içe geçmiş olması Yunan dininin de temelinde yer alan düşüncelerle örtüşür. Çünkü dünya yaşamını derinden kavramak isteyen zihinler için yeraltını, yani ölümü de derinden kavramak esastır.
Platon'un geleneksel dinden çıkardığı ve Orpheus gizem dini ile Pythagorasçıların görüşlerini birbirine örerek oluşturduğu, ahlak anlayışının temel taşlarını döşeyen ruh öğretisi ve anamnesis fikrini ayrıntılı olarak anlamak için, demek ki antikçağın dünya ile öte dünya (Hades) üzerine geliştirdiği fikirleri, özellikle konumuz bağlamında Lethe Nehri'nin bir Yunan için ne anlam ifade ettiğini iyi bilmek gerekir.
Antikçağ insanı yaşadığı dünya ile öte dünya arasındaki sınırın yeraltının nehirleriyle çizildiğini hayal etmiş ve Hades'in hemen girişine de Nefret Nehri'ni (Styx) yerleştirmekle işe koyulmuştur. Bu nehir onun için yaşamın bittiği ve ölümün başladığı sınırdır. Ölümün bittiği ve yaşamın başladığı sınır ise Hades'in çıkış kapısında yer alan Lethe ya da Unutkanlık Nehri'dir. Adını, ele avuca sığmayan sularının ruha önceki yaşamını tümüyle unutturma özelliğinden almıştır; çünkü bu sular insanın dünya üzerindeyken yaşadığı bütün sevinçleri ve üzüntüleri, ölünce gördüğü, tanık olduğu bütün sırları ve bedelini ödediği cezaları, yani her şeyi ama her şeyi unutturan bir niteliğe sahiptir. Nehrin bu niteliği ilkin belki insanoğlunun içini kasvetle doldurur, çünkü insan hafızayı, hatırlamayı doğal bir içgüdüyle sever; hafızasının ağırlığından zaman zaman kıvranacak kadar sancı çekse de, yine de hafızayı sever; ama unutma, yani Lethe'yi sevmez. Oysa Lethe'nin suları şifalıdır. Yaşamaktan ve ölmekten kirlenen, pas tutan hafıza deposunu yeniler. Lethe hafızanın bağlayıcılığını unutmayla çözer. Çünkü yeniden yaşamak için önceki hafızada tam bir bahar temizliğinin yapılması şarttır. Bundan da öte insan unutmaya yazgılıdır, insan unutan bir varlıktır, yani bir animal obliviscens'tir. Lethe'nin şifa vericiliğinin kanıtı, Yunan ve Roma dininde onun Hades'in sonunda yer alan Elysium'a, yani Cennet Adası'na yerleştirilmiş olmasıdır. Elysium, kutlu ruhların mekanıdır, yani öte dünya mahkemesinde cezalarının kefaretini rüzgarlarla dövülerek, girdaplarda dönerek ve ateşlerde dağlanarak ödemiş, adeta ceza çekerek terbiye olmuş kutlu ruhların.
Yeniden yaşama hakkı elde eden bu ruhların çoğu yazgı emrettiğinde Elysium'un sonunda yer alan Lethe Nehri'nin kıyısına üşüşür ve saf göksel bir soluk halini almışken yeniden o kara, o kasvetli ve her yanı dikişli beden elbisesini giymek üzere Lethe'nin sularından içer, hem de pürtelaş. Sonradan Romalı şairVergilius'un Aeneis adlı destanında işlenecek olan bu sahne, Rönesans tablolarına esin kaynağı oluşturacak değerde, canlı ve ateşli bir üslupla anlatılmıştır. Kullanılan her kelime ve her fiil, Lethe'nin bulunduğu mekanı, unutkanlık içen ruhların hevesli hallerini ve insan vücudunu tir tir titreten antikçağ hakikatini tüm çıplaklığıyla adeta gözler önüne serer ve zamanında Platon'un anamnesis kavramına neden bu kadar önem verdiğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. O halde Vergilius'un bu canlı sahnesinin içine girip geçmişte Platon'un ahlak anlayışında ön plana çıkardığı ruhun ölümsüzlüğü ve anamnesis fikrini de doya doya özümsemede fayda var.
Vergilius'un kahramanı ve Roma'nın efsanevi kurucusu Aeneas, ölmüş olan babasından geleceğe dair bilgiler alabilmek için tannsal bir izinle öte dünyaya gider. Babasıyla Cennet Adası'nın o kendine özgü güneşinin erguvan ışıklar saçtığı yemyeşil vadisinde karşılaşır. Gözyaşlarıyla birbirlerine sanlmak ister baba ile oğul. Ama biri bedenli, yaşayan bir varlıktır, diğeri bedeninden kurtulup yaşamının kefaretini ödemiş saf bir esinti, yani bir ruh. Bedenlilik ile bedensizlik birbirine sarılamaz. İşte tam o an Aeneas gözlerini vadinin derinlerine çevirir ve gördüğü manzara karşısında dehşetle irkilir. Lethe'nin kıyısına üşüşmüş ruhlar büyük bir hevesle unutkanlık içmekte ve yeni bir yaşama kavuşmak için acele etmektedir. Aeneas'ı irkilten bir olaydır bu, çünkü bir ölümlü olarak evrenin bu sırlı anına tanık olmaktadır. Tanık olduğu bu sır yaşamın, ölümün son kıyısında, yani Lethe'de başladığı hakikatidir. Hemen eliyle gördüğü manzaraya işaret eder Aeneas ve sorar babasına:
"Şu ruhlar buradan yukarıya, göğe çıkacak olan ruhlar mı baba, bu atıl bedene girmek üzere yolculuğa mı hazırlanıyorlar yoksa? Gün ışığına çıkmak için nasıl da dehşetli bir arzu duymakta ah bu zavallılar."
Aeneas'ın gördüğü ruhlar kaderin tekerinde tam bin yıl dönmüş ve bu şekilde bütün kirlerinden ve lekelerinden arınarak saf göksel ateş halini almış ruhlardır, cam gibi parlaktır hepsi. Lethe Nehri'nin suladığı ağaçlık, yemyeşil bir vadinin kuytularında kendilerine ayrılan sınırlı bir mekana üşüşmüşlerdir. Bu mekanın orta yerinde bir tumulus (höyük) yükselmektedir. Ruhlar bu tumulusun etrafını çevirmişler, vadinin çukurunda bekleşmektedirler. Bu tumulus bir terra tumens, yani "şişmiş ve adeta patlamaya hazır hale gelmiş topraktan bir yığın"dır. Toprağın bu görünümü aslında yukan dünyaya geçişin de bir simgesidir. Evrensel yasanın çağrısına uyup buraya toplaşan ruhların etrafının bu tumulusla, yani belirli bir sınırla çevrilmiş olması ve onların da bu tumulus'un etrafındaki çukurda duruyor olmaları, gün ışığına çıktıklarında girecekleri bedenin bir ön hazırlığıdır, yani vadinin çukurundan bedenin çukuruna düşme anının başlama işaretidir. Bu manzara insan aklının kavrayamayacağı kadar anlamlı ve derin bir manzaradır. İşte bu manzara, Lethe'nin aletheiayla (Lat. veritas: hakikat) bağlantıya geçtiği andır. Bilindiği üzere aletheia "doğru, gerçek, doğruluk, samimiyet ve içtenlik" anlamlarına gelen bir kelimedir. Homeros'ta adil kralın ve tanrısal esinli şairin sözüdür. Bu kelime lanthanein fiiliyle (ya da bu fiilin eski biçimi olan letheinle) bağlantılıdır. Bu fiilin anlamı "gözden veya dikkatten kaçmak, görülmemek"tir; a- olumsuzluk eki ve lanthanein fiilinden türeyen aletheia ise, lethi!'nin "unutma" ve "unutkanlık" anlamını olumsuza döndürür ve ona "unutmama, olanı olduğu gibi göstenne" anlamını kazandırır. Böylece aleth-, "üstü örtülü olmayan, gizli saklı olmayan, açıkta olan, unutulmamış olan" anlamlarına gelir. Aletheia ise, yalan ya da sadece görünüş olanın zıddıdır, yani çağdaş yorumuyla hakikattir. Öyleyse unutmanın mitolojik ırmağının adıyla aynı kökten türeyen aletheia, yalın anlamıyla "unutmama" demektir. Bu anlamda hatırlama, yani mnemosyneyle bağlantılıdır. Lethe'nin üstüne esrar perdesi çektiği hakikat, a- olumsuz ekiyle birdenbire gün yüzüne çıkar, yani esrar perdesi açılır. Aletheia, "unutma"nın gerisingeriye "hatırlama" olarak dönmesidir. İşte Platon'nun ruhun içindeki ilk bilgilerin yukarı çekilmesi, yani esrar perdesinin aralanması fikri de buradan kaynaklanır.
Letheyle kaybedilen anlam, aletheiayla geri gelir, belirsizlik ve karanlık tümüyle ortadan kalkar. Başka deyişle ilk bilgi, unutmayla birlikte hafızanın derinlerinde tekrar ele geçer. Batı felsefesinin yüzyıllardır süren hakikat arayışındaki başlangıç noktasının unutmama, yani hatırlama, dolayısıyla hafıza üzerine kurulmasını, demek ki her şeyden önce bu kavramı oluşturan Yunanca kelime öğelerinin, yani Yunan dinindeki Lethe ve Lethe'nin işlevi üzerinden anlamlandırmak gerekir. Bu yüzden hakikat arayışındaki bir düşünürün yolu mutlaka Yunan-Roma yeraltı dünyasından geçmeli ve orada olup bitenden haberdar olmalıdır. Daha doğrusu aletheiayı anlamak için önce Yunan-Roma düşüncesindeki yaşam, ölüm, hatırlama ve unutma kavramlarını birlikte ele almak ve bunları birbirine bağlayan incecik iplikleri önce edebi, sonra felsefi bir titizlikle çözmek gerekir. Çünkü unutmak için önce hatırlamak, hatırlamak için de önce unutmak gerekir. Çünkü hakikatin bir kolu hatırlamaksa, diğer kolu unutmaktır. Çünkü insan hem hatırlamaya hem de unutmaya yazgılı bir varlıktır.
Lethe suyunun unutturduğu nedir öyleyse? Yanıt açıktır; sadece ve sadece ruhun hem önceki yaşamının anıları hem de Hades'te karşılaştığı hakikat. Çünkü ruh yeniden yaşamak için gerçeğin (aletheia) verdiği sancıyı ya da o tuhaf sevinci unutmalıdır. Ama Lethe'den su içmekle ve unutmakla hafıza kaybolmaz, yalnızca hafıza deposu boşalır. Tam anlamıyla Yunan geleneğinin özünden beslenen Platon bu durumu gayet iyi bildiğinden, ruhun yeniden yaşama başlarken her şeyi unutmuş gibi görünse de aslında işin içyüzünün böyle olmadığını, hafızanın anamnesis, yani bilgiyi geri çağırma yetisi sayesinde önceden öğrendiklerini hiçbir şekilde unutmayacağını belirtmiştir. Çünkü ona göre ruh tanrısal kökenlidir ve gerçeğin bilgisi ruha içkindir. Dolayısıyla bilgi ruhta ezelden beri vardır,04 ama her yeniden bedenlenmede doğum anının ani ve büyük sarsıntısıyla bu bilgi unutulur. Öğrenmek, unutulanın yeniden keşfedilmesidir. Öyleyse Lethe'nin suyundan içerken insan her şeyi unutmakla birlikte anamnesis yetisini kaybetmez ve yeryüzüne sıçrarken alttaki hakikatle bağını asla koparmaz. Hakikatle ilgili bilgisini dünya yaşamında öğrendikleriyle yeniden elde eder. Demek ki bu bağın verdiği güvence, kaderin Lethe'nin kıyısına topladığı ruhların bu suyu büyük bir iştahla içmelerine neden olmaktadır. Yoksa unutkanlık bu kadar iştahla içilebilir mi?
Yunan-Roma dininin bu işleyişi, Orpheus dini gibi belli başlı gizem dinlerinde değişiklik gösterir, çünkü bu dinlerde hakikatin bilgisi insana bu dünyada verilir ve bu bilgiyle öte dünyada kurtuluşa ermesi sağlanır. Bu yüzden bu dinlerde öğrenilenin unutulmaması esastır. Bu dinlerde Lethe rolünü Mnemosyne (Hatırlama, Hatırlayış) Nehri'ne kaptırır. Orpheus'un müritlerinin öldüklerinde mezarlarına konan altın tabletler bu gerçeği gayet açık bir şekilde dile getirir; çünkü bu tabletler öte dünyaya göç eden müridin adeta birer yol haritası gibidir;85 burada yazılanlar o kara, o kasvetli dünyaya göç eden ruhun feneridir. Bu fenerin ışığı ruhun tanrısal kaynağına geri dönmesine yardım eder ve ona göğe açılan yolu gösterir. Örneğin arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkan bir mezardaki altın tablette şunlar yazılıdır:
1 Hades'in evinin solunda bir pınar bulacaksın,
2 ve beyaz bir servi, hemen yamacında duran.
3 Aman sakın yaklaşayım deme bu pınarın yanına.
4 Bir başka pınar daha var orada, Hafıza Gölü'nden doğup
5 buz gibi sularıyla fışkıran, önünde bekçiler durmakta.
6 Şöyle söyle onlara: 'Ben Toprağın ve yıldızlı Göğün oğluyum,
7 ama soyum tanrısal. Bir tek sen biliyorsun bunu.
8 Yanıp kavruldum susuzluktan, yok oluyorum; n'olur hemen ver bana,
9 şu Hafıza Gölü'nden fışkıran buz gibi suyu...
Buradan da anlaşılacağı üzere Orpheus dininde Hades'e giden ruhların ilk karşılaşacağı nehrin adı verilmese de, bunun Lethe Nehri olduğu açıktır. Bu nehrin yanında duran servi ağacıysa ruhun karanlıkta ilk karşılaşacağı ışıktır. Ruh bu ışığa kanıp nehrin sularından unutkanlığı içecek ve daha yolun başındayken Hades'in sessiz derinliğinde yolunu şaşıracaktır. Kim olduğunu hatırlamadan, ne geçmişini ne de geleceğini bilmeden öyle kaygısızca dolanıp duracaktır.0G Servi ağacından yayılan ışığın albenisine kapılıp yanındaki sulardan içmeyen ve dümdüz yoluna devam eden ruhlarsa Mnemosyne Nehri'ne ulaşacaklar ve onun sularını içtikleri anda da işkencelerinden kurtulup göksel alemde kendileri için hazırlanan yerlere yerleşerek kutluluğun hazzına varacaklardır. Çünkü Mnemosyne'nin derinlerdeki anlamı "hafıza" dır. Hafıza sularının en önemli işlevi, yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere, toprağın ve göğün oğluna, yani ölümlü insana tanrısal soydan geldiğini ve aslında ölümsüzlükten pay alan bir varlık olduğunu yeniden hatırlatmaktır. Bu suyun başında duran bekçilerin kimliği belirsiz olmakla birlikte, ölü ruhların ilk karşılaştıkları anda hiçbir şekilde korkmayacakları özelliklere sahip varlıklar oldukları anlaşılmaktadır; bunlar tıpkı Thebai'ın bekçisi sfenks gibi sadece "Kimsin, nesin, niçin buradasın?" türünde sorular soran ve adeta ruhun tanrısal kökenli olduğunu hatırlamasına yardımcı olan hafızanın bekçileri veya nöbetçileridir. Burada hafızanın sıradan Hades mitoslarına oranla kat kat daha fazla onurlandırıldığı açıktır. Çünkü buradaki hafıza insana ölümlülüğünü aşıp ölümsüz olma onurunu kazandırmaktadır. Orpheus dininde ölüm, yeni bir birey olarak doğmakla eştir. Satırlarında "Aynı gün ölüp bir birey olmak, ah ne yüce bir mutluluk!" diye yazan bir başka tablette bu düşünceye açıkça tanık olmaktayız.
Bu satırlarda asıl dikkat çekici nokta, hatırlama ve unutma arasındaki bağlantılarda suyun önemli bir rol üstlenmesidir. Hades'e giren Orpheus müridinin o karanlık patikada ilk hissettiği duygu susuzluktur, hem de öyle böyle değil, içini kavuracak kadar yoğun bir susuzluk. Bu, ölü ruhun tutkusunu deneme fırsatlarından biridir. Ruh, susuzluk dürtüsüyle ilk önüne çıkan pınardaki suyu içmemeli, susuzluğuna dayanabildiğince dayanmalı ve yoluna devam edip de ikinci pınara gelince durup onun sularını içmeli ve susuzluğunu öyle gidermelidir. Hades'le ilgili genel anlatımlarda ise ruhun son yolculuğunu da Lethe'nin suyundan içerek tamamladığı ve susuzluğunu gidererek yeniden ışığa kavuştuğu gözlemlenir. Bu sular buz gibidir ve ruhu serinletici bir özelliğe sahiptir. Ölü gömme törenlerinde mezara su serpilmesinin nedeni de ruhun ilk hissedeceği duyguya, yani susuzluğa çare sunmak, ruhu serinletmektir. Bundan başka suyun bir de arındırıcı bir görevi vardır. Mnemosyne'nin suyunu içen susuzluğunu giderirken arınır ve yeni bir birey olduğunun da ayırdına varır. Lethe'nin suyundan içen de susuzluğunu giderirken yine arınır ve yepyeni bir birey olmak üzere yeni bir yolculuğa başlar. Lethe'den su içme, amnstia (toplu olarak affedilme) anıdır. Amnestia, önceki yaşamda yapılanların kefareti ödendiği için, yeni doğanların pirüpak doğumuna izin verildiği andır. Çünkü Lethe'nin yasası amnestia (Lat. perpetua oblivio), yani genel af üzerine kurulur.
Yunan dininin bu iki önemli nehri, antikçağ edebiyatında çok tanınan ve adeta tanrı yerine konan mimar Trophonios'un Lebadeia'daki mağarasının girişinde de karşımıza çıkar.88 Bu mağara bir kehanet merkezidir ve öte dünyanın yeryüzündeki simgesidir. Mağaraya kehanet danışmaya gelenler birkaç gün mağara dışındaki tapınakta kalırlar ve burada arınarak kehanet almaya hazır halde gelirler. Buz gibi mağaraya girdiklerinde vücutları donmasın diye önce mağaranın girişindeki Herkyna Nehri'nde yıkanırlar. Bu nehre hem Hatırlama'nın hem de Unutma'nın suları karışmıştır. Kehanet almaya gelen kişi bu suların her ikisinden de içer. Böylece önceki düşüncelerinin hepsini unutup yeni şeyler öğrenmeye hazır hale gelir. Ardından yaklaşık on üç yaşlarındaki iki çocuk eşliğinde mağaraya girer. Öte dünyanın yeryüzündeki temsili olan bu mağara bir girdabı andırır. Kehanet alındıktan sonra gerçeği öğrenmenin verdiği şokla sarsılacak olan bedenin ve titreme nöbetlerinin, görülecek sanrıların ve başka bir benliğe geçiş halinin adeta bir simgesidir.89 Kehanet alacak kişi mağaraya girerken yanına birkaç çörek alır, önüne çıkacak olan hayaletlere, yılanlara bunları verip yoluna devam edebilsin diye. Sonunda tanrının bulunduğu sırlar odasına (adyton) gelir. Bu odanın çok dar bir girişi vardır. Kişi yere sırt üstü uzanır ve öylece beklemeye başlar, sonra aniden esen bir rüzgarla içeriye alınır. Kehaneti alıp dışarı çıktığında, öğrendiği gerçekler onun bir daha asla gülmemesine neden olur, birden suratı asılır. Yürüyecek hali, mecali kalmadığından tapınak mahallini ancak eş dostun kolunda terk eder. Bu yüzden halk arasında yüzünden düşen bin parça olan ve hiç gülmeyen insanlara "Trophonios'un mağarasından geliyor!" denir. Böyle bir deneyim yaşamışlardan biri olan Timarkhos, bu mağarada bir gün iki gece kalıp dış an çıkar. 90 "Normal yaşamın çok ötesinde bir dünyaydı orası, uyanık mıydım, rüyada mıydım, doğrusu hiç anlamadım," der ve şöyle devam eder: "Dikişler attı, ruhum serbest kaldı; okyanusun üstünden, pırıl pırıl parlayan adalar arasından süzüle süzüle uçtum. Çevremde olup bitenlerle ilgili bir şey hissetmiyordum, arkamdan bir ses bana ruhgöçünün gizemini açıkladı."
İşte Platon'a göre bir insan, Lethe'nin sularını içip de unuttuğu ilk bilgileri anamnsis yetisiyle bu şekilde açığa çıkarma yetkinliğine sahipse, kendi içinde idealar aleminin iyi ve doğru düzenine layık bir düzenleme, iyi ve doğru bir davranış modeli de yaratabilir. Her şeyden önce insan ruhunun eksikliğinin en önemli işareti olan aşırı heyecanlardan ve tutkulardan uzak durabilir ve sadece iyi, doğru, güzel, erdemli ve adaletli olana yönelebilir. Bu imkan onda doğuştan vardır ve insanın sadece kendisi için değil, toplumu için de iyiyi ve doğruyu tesis etmesini sağlayacak yetkinliktedir. Zaten Platon'un zihnindeki devlet modeli de, ahlak anlayışının bu her yerde genelgeçer ilkelerine dayandırılarak kurulmuştur. Bu yüzden Platon'un devlet ve toplum fikirleri kendi ahlak anlayışının açımlaması olduğu kadar, siyasal fikirlerinin de bir açımlamasıdır.
Demek ki Platon'un ahlakında insan içine dönüp ilk bilgilerini hatırladıkça iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan sağlıklı bir şekilde ayırt etmesini öğrenebilir ve bu şekilde ruhunu gitgide daha dengeli hale getirebilir. Çünkü insanın ruhunda iyi, doğru, cesaret, uyum, adalet gibi ahlaki değerlerin de bir özü mevcuttur. İnsana düşen, ruhunun akıllı kısmını diğer kısımlarına egemen kılıp gönlünün en derin köşelerinde gizlenen bu özü bulup çıkartmaktır, çünkü ancak akli çabayla insan sanılanndan kurtulup doğru bilgiye ulaşır. Doğru bilgiyle erişilen her değer de evrensel değer olur, başka deyişle herkes için genelgeçer ve değişmez bir değer haline gelir. Ayrıca doğru bilgiden çıkan her eylem ahlak açısından da doğru olur ve insanı mutluluğa erdirir. Zaten Platon için de esas olan, doğru bilgiyi ölçüt alarak bu evrensel anlamda iyi, doğru ve insanı mutlu kılan değerleri ve evrensel davranış modellerini belirlemek ve bunların herkesçe kabul edilebilir özelliklerini açıkça gösterebilmektir.
3. Platon'da Devlet
Platon'un insanın mutlu olmasına yönelik ahlak öğretisinin ana hedefi, evrensel değerleri ve bu değerleri açığa çıkaracak davranışları belirlemektir. Bu evrensel arayış, bu öğretinin siyasal bir içerik kazanmasına neden olur. Dolayısıyla Platon'un tüm öğretisi gerek ahlaki gerekse siyasal yanıyla birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Çünkü insanın ruhunu toplumun ruhundan (maneviyatından) ayırmak imkansızdır. İnsan kendi ruhundaki karmaşaya çekidüzen verirken, yani dengesini sağlarken doğal olarak ait olduğu toplumun karmaşasını da bir şekilde düzene oturtmaya, dengelemeye çabalar.91 Aynı şey toplum açısından bakıldığında da geçerlidir. Başka deyişle karmaşık bir toplum, ruhların da karmaşık olmasına yol açar. Bu yüzden toplum her an dirlik ve düzenliğini korumalıdır ki, bireyler de düzensizlikten kurtulsun. Buna göre iyi ve mutlu bir insan, aynı zamanda iyi ve mutlu bir vatandaştır. Dernek ki Platon'a göre birey ve toplum birbirinden ayrı düşünülemez. Bu nedenle Platon kendisinden önceki Sokratesçi okulların bireyi toplumdan soyutlayan ve ona kendi kendine yetmeyi öğrenmesini ve sadece kendi mutluluğu için çaba sarf etmesini öğütleyen bireyci görüşlerinden ayrılır. Platon'a göre "toplumlar ve toplumlardaki iş bölümleri insanın kendi kendine yeten bir varlık olmaması ve başka insanlarla karşılıklı yardımlaşarak yaşamak zorunluluğunu hissetmesi sonucunda" doğmuştur, bu yüzden de toplumsal ahlak her zaman ön planda tutulmalıdır. Onun için "insanın kendi mutluluğu, aynı zamanda toplumun da mutluluğu" dernektir. Bir insanın ruhunda hissedebileceği en büyük mutluluksa, bütün vatandaşlarının aynı mutluluktan pay aldığı bir devletle mümkündür.
Platon birey ile toplum maneviyatının ayrılmazlığı fikrini özellikle Politeia (Devlet) ve Nomoi (Kanunlar) adlı eserlerinde mercek altına alır. Onun devleti bir nevi kendi zihninde çizdiği bir ütopyadır (utopia). Bu devlet (Kallipolis) ana hatlarıyla Yunan'ın geleneksel polisine93 benzer, ama nüfus bakımından daha az sayıda insandan oluşur ve sınırlan daha dardır. Platon devletinin ideal yönetim biçimi de bilgelerin başta olduğu bir model üzerine kuruludur; ya tek bir bilgenin yönetiminde monarşik bir devlet modelidir bu ya da bilgelerden oluşan bir azınlığın başta bulunduğu aristokratik bir devlet modeli.
Platon, insan ruhunu üç bölüme ayırdığı gibi, devletini de üç bölüme ayırarak inceler. Üstelik bu üç bölümlü, yani üç sosyal sınıfa dayalı devletteki her bir bölüm de ruhun bölümlerine karşılık gelir.
ilk bölüm vatandaşlardan oluşur, yani tüccarlar, sanatçılar ve çiftçiler gibi üreten sınıftan. Vatandaşlar, aşağıda açıklanacak diğer iki sınıfa tabidir ve devletin yönetiminde olsun, savunulmasında olsun, eğitiminde olsun daha az etkindirler: yine de üretici sınıf olduklarından devletin ekonomisinde diğer sınıflardan çok daha büyük rol oynarlar.
İkinci bölüm koruyucular ya da askerlerden oluşur. Devlet yöneticilerini yetiştiren bir sınıftır bu. Görevi askeridir; devletin iç ve dış düşmanlarına karşı savunulmasından, sosyal ve politik düzenin kurulmasından ve kurulu düzenin korunmasından sorumludur. Bu yüzden bu sınıfta yetiştirilecek çocukları doğuracak ana babanın bile uygun çiftler olmasına dikkat edilmelidir. Bebekliklerinden itibaren iyi ve güçlü bir yurttaş olmaya aday olduklarından, bu sınıfın üyeleri olabilecek en mükemmel eğitimle yetiştirilmeli, özellikle edebiyat, müzik, askeri eğitim, matematik, felsefe ve metafizik gibi disiplinlerle donatılmalıdır. Bu sınıfın asla kendi malı mülkü olmamalı, sahip olunan her şey devlete ait olmalıdır, çünkü bu sağlanmadığında yönetici olacak insanın ruhu salt mal mülk edinme hırsıyla dolacağından, halka hizmet etmek yerine elde avuçta ne varsa kendine mal etmeye çalışacaktır, dolayısıyla iyi, doğru ve güzel olan yoldan sapıp koruyucu olmaktan çok saldırgan bir ruh haline sahip olacaktır. Kısacası bu sınıftaki kişilerin bütün refahları devlet tarafından sağlanmalı, zenginlik ya da yoksulluk gibi bir dertleri hiç olmamalıdır. Çünkü zenginlik, tembellik ve miskinlik doğurur; yoksulluk ise insanın ödevlerini hakkıyla yerine getirememesine neden olur.
Üçüncü bölüm bilgelerden oluşur, başka deyişle felsefe eğitimi alan ve her zaman aklın kılavuzluğunda hareket eden felsefecilerden. Bu sınıf diğer sınıfların, dolayısıyla devletin adeta aklıdır, gözüdür. Bu yüzden felsefeciler devletin başında her türlü yönetimden sorumlu (arkhon), yasa yapıcı ve en kritik kararları alan kişiler olarak yer alırlar. Bundan başka diğer sosyal sınıfların eğitiminden de sorumludurlar.
Görüldüğü gibi bu üç sosyal sınıf, kuramsal bağlamda ruhun yetileriyle sıkı bir bağlantı içinde olduğundan, her biri bir erdeme karşılık gelir:
-Üretici sınıf ya da vatandaşların erdemi, ölçülülüktür (sophrosyne) .
-Koruyucuların ya da askerlerin erdemi, cesaret ya da yiğitliktir (andreia).
-Felsefecilerin erdemi ise sağduyu ya da bilgeliktir (phronesis ya da sophia).
Bu erdemlerin yanında Platon'un devletinde çok önem verdiği bir başka erdem daha vardır ki, o da adaletin kendisidir (dikaiosyne). Çünkü Platoıı'a göre adalet, bireylerin hem kendi aralarındaki hem de toplumla aralarındaki dengeyi sağladığı gibi, sosyal sınıfların hem kendi aralarındaki hem de toplumla aralarındaki dengeyi de sağlar. Demek ki Platon'un devletinde siyasal yaşamı, yani kent devletindeki (polis) yaşamı yöneten ve belirleyen, adaletin kendisidir. Bu yüzden "adalet devletin ideasıdır." Ancak adaletin sağlandığı bir devletin vatandaşları güvenle bir arada yaşayıp karşılıklı alışverişte bulunur. Adaletli bir toplumda aşırı tutkulara, ruhun dizginsiz öfkelerine, kıskançlıklarına, korkularına, hazlarına, acılarına yer yoktur. Toplumda adaleti sağlamakla görevli yargıcın yaşlı olması tercih edilir; yaşamın bütün açmazlarıyla başa çıkmış, deneyimli, iyiyi ve doğruyu kötü ve yanlıştan ayırmada usta, her insana hakkını teslim etmesini bilen bir yaşlı. Mutlu yaşama giden yol, her şeyden önce insanların haklarını korumak ve kimseye haksızlık etmemekten geçer. Yöneticisi ve yargıcı birer adalet simgesi olan toplumun vatandaşı da adil olur; şahsi yaşamında ve yaşadığı toplumda kendi payına düşenle yetinmesini bilir. Hiçbir şeyin fazlasını istemez, ne duygularında ne de davranışlarında aşırıya kaçar; dolayısıyla ölçülülüğün en güçlü erdemlerden biri olduğunu hiç unutmadan yaşam sürer. Hem kendisinin hem de başkalarının toplumdaki yerini bilen vatandaşların oluşturduğu bir devlet de mutlu ve huzurlu olur. Bu, barışın kurulmasının ve sürdürülmesinin birinci şartıdır. Barış tesis etmekse bir devletin ve uyguladığı siyasetin en önemli sorumluluk alanıdır. Çünkü Platon'a göre özellikle siyaset, hem teorik hem de pratik anlamda bir erdemdir ve bu erdemin amacı devleti iyi, mutlu ve uyumlu kılmaktır. Buyurgan bir tutumu vardır siyasetin, ama bu buyurganlığının altında adaletin yerine getirilmesi esastır. Sorumlu olduğu birçok alan söz konusudur belki, ama en önemlisi savaş yapılıp yapılmamasına karar verecek merci olmasıdır.
Platon'un devletinde, yukarıda da değinildiği üzere yöneticiler ve askerler arasında adeta komünist bir düzen söz konusudur.96 Buna göre bu devlette özel mülkiyet diye bir şey yoktur; vatandaşların malı mülkü, hatta kadınları ve çocukları sadece devlete aittir ve devletin hizmetindedir.
Devlette özel mülkiyetin olmaması gerektiği fikri, Platon düşüncesinde kimsenin kendiliğinden, doğuştan getirdiği bir hakkının olmamasından kaynaklanır. Herkese devletten, devletin çıkarları ve çoğunluğun iyiliği doğrultusunda ne pay edilmişse, haktır. Vatandaşların kendi malı mülkü varsa, bu onlara devletin tanıdığı bir haktır sadece. Bu anlayış Yunan dünyasında bir kırılma noktasıdır. Çıkar ve toplumun ihtiyacı, maddi ve somut şeylermiş gibi gelse de, bunları belirleyen devlet ideası olduğundan, Platon'un adalet, hak ve hukuku idea temelinde akla uygun hale getirmesi, bize soyut, kavramsal bir zemin sunmaktadır. Bu kavramsal, soyut ve akılcı adalet anlayışı üzerine hiç kuşkusuz somut bir hak hukuk inşa edilmesi olanaksızdır. Çünkü bu anlayış, hem devleti kusursuzlaştırır (Lat. societas perfecta) hem de bu kusursuz devlete hizmet eden her şeyi doğru, adil ve haklı, hizmet etmeyeni ise baştan sona zararlı kılar.
Bu devlette hem erkekler hem de kadınlar eğitim görür. Ama eğitim şekli değişiktir, çünkü her vatandaş kendi eğilim ve yeteneklerine göre sınıflara ayrılır ve fazla yetenekli olmayanlara temel düzeyde, çok yetenekli olanlara ise yüksek düzeyde eğitim verilir. Bu eğitimde zihinsel eğitime olduğu kadar bedensel eğitime de önem verilir. Çünkü ruh ve beden arasındaki uyum bir insanın dengeli ve ölçülü bir doğaya sahip olması için çok önemlidir. Platon'un ideal insan tanımı, ruh ve beden bakımından hem güzel hem de iyi (kalokagathia) olmadır, yani dengeli, sağlıklı ve uyumlu olmadır.
Platon'a göre ideal devleti kuracak ve yönetecek olan, bilge kişinin kendisi ya da bir filozoftur veya yukarıda dediğimiz gibi bilgelerden oluşan bir azınlık. Çünkü bir akıl varlığı olan filozof, gerçek varlığı bilen ve gerçek varlıktaki evrensel değerleri görebilen tek kişidir. Filozof aklını kullanarak idealar alemindeki adalet ideasına vakıf olur ve bu kusursuz adaleti kendi toplumunda uygulamaya çalışır. Ama yazık ki başıbozuk devletlerde filozoflar ve bunların uğraş sahası olan felsefe devlet yönetimine layık görülmez. Platon'un bu konudaki görüşleri, bugün bile Batı felsefesinin siyaset alanında kaleme alınmış en büyük eserlerinden sayılan Politeia adlı diyaloğunun 6. Kitabından şöyle özetlenebilir: Herhangi bir şeyi çabucak öğrenmek, öğrenileni unutmamak, olgunluğun, inceliğin, en önemlisi de her zaman doğrunun, iyinin ve güzelin peşinde koşup adaleti gözetmek felsefe eğitiminin kazançlarıdır. Ama bu tür bir eğitim herkesin harcı değildir. Bu tür bir eğitim alacak kişilerin her şeyden önce güçlü bir kavrayışı, sağlam bir belleği olması gerekir. Aynı zamanda üstün niteliklere sahip, incelikli, doğru, yiğit ve tok gözlü olmalıdır bu kişiler. İşte bir devlet ancak bu niteliklere sahip, yani felsefe eğitimi almış kişilere emanet edilebilir. Evet, doğrudur, kendini felsefeye verenler tuhaf insanlar olarak görülebilir. Hiçbir işe yaramaz oldukları da düşünülebilir ve buradan hareketle onların devlet gibi önemli bir yapının başına geçirilmesi gerektiği düşüncesi tepkilere yol açabilir.99 Ama bu tür tepkiler tümüyle yanlış ve saplantılı düşüncelerin ürünüdür. Çünkü bir toplum filozoflarını kullanamıyorsa suç filozofların değil, toplumundur. İnsani uğraşların en iyisi olan felsefeye bu uğraşın tam tersi uğraşlarla haşir neşir olanların değer vermemesini de aslında yadırgamamak gerekir.
Bir gemi düşünelim; bu geminin de hali vakti yerinde, ama gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen ve üstelik gemicilikten de bihaber bir sahibi olsun. Sonra bu geminin kaptanı olmaya çalışan bir dolu tayfa düşünelim. Kaptanlık sanatını bilmeyen ya da biliyorsa nereden bildiğini söyleyemeyen, hatta kaptanlık sanatı da neymiş diyen tayfalar olsun bunlar. Hepsinin tek isteği geminin dümenine geçmek. Bu yüzden geminin sahibine yalvarıp yakarıyorlar dümeni bana ver diye. Gemi sahibi birinden birine verecek olsa dümeni, bir diğeri onu gemiden apartopar atmaya ya da öldürmeye kadar vardırıyor işi. İlaçlarla, içkilerle uyuşturuyorlar onu ve gemide ne var ne yoksa çalıp çırpıyorlar. Tıka basa ne buldularsa yiyorlar, kafaları çekiyorlar. Gemiyi de böyle ayyaşlar nasıl yürütürse öyle yürütüyorlar. Bu arada gemi sahibini kandırıp dümeni ele geçiren kimseye de övgüler yağdırmaya başlıyorlar, alkışlıyorlar onu ve "Eşsiz kaptan! En büyük gemici!" diye avaz avaz bağırıyorlar. Ama gerçek bir kaptanın hava durumunu, mevsimleri, yıldızları, rüzgarları ve bir geminin yürütülmesi için bunlara benzer daha başka ne gerekiyorsa hepsini bilen kişi olması gerektiğini düşünmüyorlar bile. İşte bir gemide böyle bir karmaşa yaşanıyorsa, o gemide gerçek kaptanın değeri anlaşılmaz. Ona ancak kaçık, işe yaramaz sıfatları yakıştırılır. Böyle bir gemiye benzeyen devlette filozofların durumu da gerçek kaptanın durumuna benzer. Gerçek kaptan onurludur, asla yalvarıp yakararak geminin başına geçmek istemez. Bilgisi ve görgüsüyle bu işi yapmak ister. Bu yüzden gidip de bir gemi sahibinin kapısını çalmaz, aksine gemi sahibinin onun kapısını çalmasını bekler; çünkü doktor hastanın değil, hasta doktorun kapısını çalar.
Görüldüğü gibi Platon devleti bir gemiye, filozofu da onun kaptanına benzetirken aslında içten içe İÖ 5. yüzyıl sonu ile 4. yüzyıl başlarındaki Yunan toplumunun siyasal yaşamındaki çalkantıları, kararsızlıkları ve tutarsızlıkları sergilemekte ve toplumunun iyileştirilmesine yönelik fikirlerini sunarken filozofça tutumunun yanı sıra konuya bir edebiyatçı, bir eğitimci, bir sosyolog, bir devlet adamı, hatta belki de daha çok bir Atinalı aristokrat edasıyla yaklaşmaktadır.
Platon'un filozof-kral yönetimindeki bir devleti diğer devlet modellerinden üstün tutmasının nedeni, her şeyden önce felsefeye ve filozofa verdiği payede gizlidir. Ona göre en soylu, en adaletli ruh bir filozofun ruhudur, çünkü erdemden en büyük payı alan ruhtur bu. Erdemse (arete), tanrısal olduğu için en kusursuz ve en mükemmel ruh durumudur. İnsanın hem düşüncelerini hem de davranışlarını incelikli, ahenkli, sağlam ve adil kılar. İnsanın hem kendisiyle hem de başkalarıyla barışık olmasını sağlar. Erdemli ruhun kavrayışı yüksek, cesareti üstün ve kendine hakimiyeti olağanüstüdür. Erdemli bir ruhta ruhun üç bölümü de birbiriyle bağdaşır, aralarında hiçbir kopukluk yoktur. Akli yan, olması gerektiği gibi bilgelikle, heyecanlarla ilgili yan cesaret ve yiğitlikle, şehvani yan da kendine hakimiyetle donanımlıdır. Bilgelik iyi ve kötü olanla iyi ve kötü olmayanın bilgisidir. Cesaret ya da yiğitlik de yasaların emrettiğinden ayrılmayarak kaçınılması ya da kaçınılmaması gereken şeyler hakkında hüküm verebilme ve bu hükme uygun davranabilme yetkinliğidir. Aslında sağduyuyla doğrudan bağlantılıdır, çünkü kaçınılmaması gereken, yani iyi olanın bilgisi ve kaçınılması gereken, yani kötü olanın bilgisi sağduyunun kendisidir. Görüldüğü gibi cesaret, kör bir cesaret, cüretkarlık, kahramanlık gösterisi, gözü peklik ya da gözü karalık değildir. Kendi kendini kontrol etme ise, arzular ve dürtüler ile yönetici öğe, yani akıl arasındaki ilişkideki düzeni kavrayabilme yetisidir. Kısacası bedenin isteklerinin ruhun akıl yanıyla dizginlenmesini başarabilmedir. Bu üç yetinin ya da yetkinliğin birbiriyle uyumlu olmasını sağlayansa adaletin kendisidir. Adalet bu üç öğenin kendi işlevlerini uygun şekilde yerine getirmesinde en belirleyici unsurdur. Çünkü adil bir insan gerektiğinde bilge, gerektiğinde cesur, gerektiğinde de kendine hakim olabilen insandır. İşte bir filozof, ruhunda bu erdemleri birbirine örmeyi başaran ve mutluluğun, huzurun ve refahın mutlak anlamını bilen tek kişidir. Çünkü o, bilgelik çabası anlamına gelen felsefenin eğitimini görmüş kişidir. Felsefe, ruhu bedenden ayırıp hür kılabilme ve onu zihinle kavranabilene ya da doğru olana döndürme çabasıdır. Filozof ise kendisini düşünülebilir olana, yani öz varlığa götürecek olan bütün öğrenim dallarına doğal olarak yatkın bir ruha sahip kişidir. Öz varlık her türlü yanılgıdan, hatadan ve değişimden arınmış olduğundan, filozofun da doğasında yanılgıya ya da değişimlere yer yoktur. Filozof hakikate aşık kişidir, bu yüzden yanlışlığa tahammülü yoktur. Doğası ölçülülük üzerine inşa edilmiştir, bu yüzden ruhundaki tüm dürtülere ve tutkulara kendini aklıyla kapatmasını bilir. Her şeyden önce tüm benliğini hakikatin öğrenilmesine adadığı, dolayısıyla tüm arzularını hakikatin bulunduğu yöne çevirdiği için bedeninden gelebilecek herhangi bir dürtü onun hakikat aşkıyla dolu ruhunu yolundan edemez; bütün duyularını, kendisini yoldan çıkaracak hazlara ve zevklere kapamasını kelimenin tam anlamıyla bilir. Filozofun zihni hürdür, hem de tanrısal olanı dünyevi olandan ayırt etmesini bilecek kadar. Aynca onda doğal bir adalet duygusu vardır, hem de kendisini hakikate, özgürlüğe ve ölçülülüğe ulaştırabilecek kadar. Her an öğrenmeye yatkındır, hafızası da çok geniştir; öğrendiğini hafızasının derinlerine yerleştirip gerektiğinde hepsini bir anda ortaya çıkarabilecek yetidedir. Ondaki bu doğal armağanlar, uygun bir eğitimle buluştuğunda ve bu eğitimin besleyici damarlarından beslendiğinde erdem bakımından mükemmel olur. Ama tam tersi bu doğal yatkınlıklar ihmal edildiğinde, en büyük kötülüklerin de habercisi haline gelir.
Platon bu noktada filozofu bir sofistten tamamen ayrı bir bakış açısıyla değerlendirdiğini de ortaya koyar. Ona göre sofist gençlerin kendini kiralamasına izin veren ve soylu olmadığı halde soyluymuş gibi davranan kimsedir. Bir filozofun işi varlıkla, varolan şeylerle olduğu halde, bir sofistin işi varolmayanla, yani hiçlikle ilgilidir. Varolmayan ise varolanın her anlamda zıddıdır.
Platon Politeia'sında ancak başında bir filozof olan ve vatandaşlarının bütün ihtiyaçlarının karşılandığı bir toplumda mutluluktan söz edilebileceğini söylerken kendisine yanlış gelen devlet biçimlerini de açıklamadan geçmek istemez:
1. Asker Devleti: Platon'a göre askerlerin egemen olduğu bir düzeni benimseyen devlette her şeyin başında savaş ve savaşmak gelir, sonra da şan, şöhret ve onur elde etme hırsı. Dolayısıyla böyle bir devletin yöneticileri ve vatandaşlan diğer bütün değerlerden rahatlıkla vazgeçmeye her an hazır ve nazırdır.
2. Plutokrasi: Zenginlik ve para hırsının ön plana alındığı, diğer bütün değerlerin bir yana terk edildiği böyle bir devlet modelinde, her şey paranın etrafında dönmeye başlar. Bunun sonucunda toplum servetine servet katma isteğiyle dolu, sürekli birbirlerini kıskanan ve birbirlerinden nefret eden insanlar yığını haline gelir.
3. Demokrasi: Halk meclisinin aldığı kararlarla yönetilen bu tür bir devlet, halkın sürekli değişen fikirleri ve kararları neticesinde her an büyük sarsıntılar geçirmeye mahkumdur. Platon demokrasiyle idare edilen Atina'nın böyle bir yönetim biçimini benimsemiş olmakla ne büyük zararlara uğradığının, ne büyük kayıplar verdiğinin farkındadır. Bunun en büyük örneği de hocası Sokrates'in haksız mahkumiyeti ve infazıdır. Böyle bir düzende ikna etme kabiliyetleri sonsuz olan demogoglar, yani laf cambazları insanların telaşlı, düşüncesiz ve tutkulu ruh hallerini bir araç olarak kullanıp toplumu istedikleri yöne rahatlıkla çevirebilirler. Dolayısıyla aklın değil de, heyecanların hakim olduğu böyle bir yerde, ne insanlar sağlıklı olur ne de devletin kendisi.
4. Tiranlık: Başta zorba bir hükümdarın bulunduğu bu devlet düzeni halkının hem zihnini hem de bedenini köleleştireceğinden en kötü devlet modelidir.
Platon'un kendisine uygun gelmeyen ve hastalıklı olarak değerlendirdiği devlet modellerinin özellikleri incelendiğinde, kendisine uygun gelen devlet modelinin özellikleri de kendiliğinden anlaşılmış olur. Her şeyden önce savaştan arınmış bir toplum düşüncesi hakimdir onun zihninde; ikincisi servete önem vermeyen ve bu konudaki hırslarına yenilmeyen yöneticilerin ve vatandaşların bulunduğu bir toplumdur onun zihnindeki; üçüncüsü aklıyla değil, duygularıyla hareket eden halkın kararlarının ön planda tutulmadığı bir düzenin hakimiyeti vardır düşünde; dördüncüsü zorba hükümdarların insanları ezdiği bir düzen yerine kesinlikle adaletin anlamını bilen ve her türlü düşüncesinde ve davranışında adil davranan yöneticilerin başta olduğu bir devlet süsler hayallerini. Bu yüzden filozoftur onun hayal yöneticisi, iyi olanın tek gözetmeni. Bu yüzden filozoflar başa geçmedikçe ya da baştakiler filozof olmadıkça kötülüklerden arınmış bir devletin gerçekleşmesi imkansızdır.
Görüldüğü gibi Platon'un zihnindeki devlet modeli, adeta idealar dünyasının gölgeler dünyasıyla birebir kavuştuğu bir devlet modelidir, yani her şeyin ilk örneğinin, ilk ve kusursuz modelinin madde aleminde apaçık görünür kılındığı bir devlet; iyi'nin, Güzel' in, Doğru'nun ve Adalet' in, kısacası Öz Varlık'ın dünyaya inip onu baştan sona iyi, güzel, doğru ve adaletli kıldığı bir devlet. Bütün vatandaşların yöneticilerinden memnun olduğu, uyguladıkları siyasetin meyvelerini teker teker derdiği bir toplum şüphesiz bir idealdir. Ama bu ideale yaklaşma ihtimali hiç yok da değildir. Çünkü insanlar doğuştan itibaren bu ideali yakalayacak şekilde bir eğitim alırlarsa ve aldıkları bu eğitimin hakkını verip toplumda kendilerinden istenen görevleri istenildiği şekilde yerine getirirlerse, böyle bir devlete sahip olmak işten bile değildir. Vatandaşlara gereken eğitimi vermekse toplumun üst sınıflarının işidir. Bu yüzden bu sınıfa dahil olanların yüksek bir eğitimle yetiştirilmeleri ve içlerinden çıkaracakları bilgeleri hem ruhen hem de bedenen mükemmel yetilerle donatmaları gerekir. Bu tür bir eğitimle donanımlı zihinler başa geçtiğinde bir devletin ideası olan adalet, toplumun her kademesinde, ardından da tek tek insanlarda kendisini hissettireceğinden, kimsenin kimseye karşı bir hıncı kalmaz; düşüncede olan iyi, davranışlara da yansır ve sonuçta bir devletten beklenen en önemli sorumluluk da yerine getirilmiş olur, yani insanlar hem ruhlarında hem de dış dünyalarında mutlu ve refah içinde bir yaşam olanağı bulur, hem kendilerinin hem de diğer insanların güvenliğini her şeyin önünde tutar, ne kendileri kendilerinin düşmanı kesilir ne de dış düşmanların onları ele geçirmesine izin verir, en önemlisi de yarının kaygısını duymadan bugünü doya doya yaşayabilir.
4. Bir Öğrenme Aracı Olarak Mitoslar
Daha önce Kanatlı Ruh ve Mağara Benzetmesi örneklerinde de tanık olduğumuz üzere, Platon'un diyaloglarında logosu mitosla örerek açıklamaya çalışmasının başlıca nedeni, felsefi kavramların ve öğretilerin mitoslar aracılığıyla daha rahat anlamlandırılabileceğine ve felsefi savların daha sağlam bir zemine oturtulabileceğine olan inancıdır. Bu yüzden özellikle sıra dışı bir anlatım tarzı gerektiren her yerde, örneğin olağanüstü gibi görünen bir fikri ya da gerçek dışıymış gibi gelen bir düzeni anlatırken ya kendi kendine bir mitos yaratma yolunu seçer Platon ya da Yunan'ın geleneksel mitoslarını yardımına çağırır; adalet ve adaletsizlik kavramlarının çözümlenmesinde etkin olacağına inandığı Er Mitosu bu yöntemin en iyi örneklerinden biridir.
Er Mitosu
Politeia adlı yapıtın 10. Kitabında (614b-62ld) yer alan bu mitos, Er adındaki Pamphylialı bir yiğidin yeraltı dünyasında yaşadıklarıyla ilgilidir ve öte dünyadaki "son yargılanma sahnesi" üzerine kurgulanmıştır. Platon, Sokrates ile Glaukon arasında geçen bir konuşmada aktarılıyormuş izlenimi verdiği bu mitosla öte dünyayla ilgili zihninden geçenleri ve bu dünyadan öte dünyaya göç eden ruhların (psykhai) yargılandığı mekanın gizlerini açıklar gibidir.
Hikayenin kahramanı Er tanrılar tarafından seçilmiş bir savaşçıdır. Görevi, yaşam sonrasında olup bitenlere ilk elden tanık olmak, her olayı tüm ayrıntılarıyla gözlemlemek ve sonra dünyaya gelip bunları insanlara teker teker anlatmak ya da bir tür ders vermektir.
Bu hikayenin özeti şöyledir: Armenios'un oğlu Pamphylialı Er bir savaş sırasında cephede yaşamını yitirir. On gün sonra bulunduğunda bedeninin hiç bozulmadan öylece kaldığı görülür. Hemen evine taşınır ve cenaze töreni için gerekli hazırlıklara başlanır. Ama on ikinci gün tam odun yığınının üzerinde yakılacağı sırada Er birden dirilir ve ölüm sonrasında yaşadıklarını bir bir anlatmaya başlar: Öldüğü anda canı bedeninden ayrılmış ve başka ruhlarla birlikte gizemli bir mekana varmıştır. Bu mekanda dört geçit (khasmata) vardır; bu geçitlerin ikisi yerde yan yanadır, diğer ikisiyse bunların tam karşısına gelecek şekilde gökyüzündedir. Geçitlerin ortasında ölenlerin ruhlarını yargılamakla görevli yargıçlar oturmaktadır. Yargı sonucunda suçsuz bulunan ruhlar sağ taraftan gökyüzüne gönderilmektedir; suçlu bulunup hüküm giyen ruhlarsa sırtlarına işledikleri suçun ne olduğunu belirten bir yafta yapıştırılarak sol taraftan aşağı inen yola sokulmaktadır.
Er yargıçların huzuruna geldiğinde, tanrısal bir kararla kendisine haberci görevi bahşedildiğini öğrenir; öğrenir öğrenmez de bulunduğu mekanı iyice seyretmesi ve gördüklerini dönüp insanlara anlatması buyrulur. Bunun üzerine Er etrafına çok daha dikkatli bir şekilde bakmaya, gördüğü her şeyi en ince ayrıntısına kadar zihnine yazmaya başlar. Yargılanan ruhların bazılarının gökteki geçitten, bazılarının da yerdeki geçitten çıkıp gittiğine tanık olur o sıra. Gökteki geçitten geçen ruhlar bir ışık seli halinde aşağı akarken, yerdeki geçitten gelenler kir pas içinde, perişan bir haldedir. Uzun bir yolculuk geçirmiş olan bu ruhların hepsi bir çayırda (eis ton leimöna) toplanır. Birbirini tanıyan ruhlar önce selamlaşır, sonra yerden gelenler gökten, gökten gelenler de yerden haber almaya çalışır. Yeraltında işkence çeken ruhlar bin yıl süreyle katlandıkları acıları yana yakıla, ağlaya sızlaya birbirlerine anlatır; gökten inenlerse orada gördükleri ve tattıkları sonsuz güzellikleri öve öve bitiremez. Yaşarken işlenen kusurların ve yapılan kötülüklerin cezası teker teker ve yeraltında kat kat ödenmektedir. Özellikle devletine ve ordusuna ihanet edenlerin, insanların başına felaketler getirenlerin cezası çok ağırdır. Ama tanrılara, ana babaya saygısızlık etmenin, adam öldürmenin cezası hepsinden ağırdır. Buna karşılık yaşadığı dünyada iyilik yapmayı seçmiş insanların ödülüyse hem yaşamda hem de ölümde çekilen tüm acıları unutturacak değerdedir.
Bir ara Er yanında duran bir adama Büyük Ardiaios'un nerede olduğunun sorulduğunu işitir. Ardiaios, bin yıl kadar önce Pamphylia'da korku estiren zorba bir tirandır ve babası ile ağabeyini öldürmüştür. Kendisine soru sorulan adam cevaben Ardiaios'un yaşarken yaptığı nice kötülük yüzünden bu çayıra asla gelemeyeceğini söyler. Çünkü Ardiaios ve onun gibi başka zorbalar yargılanmış ve cezalarını da gerektiği şekilde çekmişlerdir, ama tam geçitten çıkmak üzerelerken son anda kapılar üstlerine kapanmış ve sonsuza kadar içeride kalmaya mahkum edilmişler, yani çayırda toplanma hakkını elde edememişlerdir. Bunun üzerine Er bakışlarını geçitlere çevirir ve sahiden de Ardiaios gibi haydutların ya da cezasını tam doldurmayanların çıkışa tam yaklaştıkları sırada geçitlerin homur homur homurdandığına ve büyük bir gürültüyle birbirine geçtiğine şahit olur; ardından da nöbetçilerin gelip onları bellerinden yakaladıkları gibi gerisingeri götürdüklerine. İşte Ardiaios ve yanındaki haydutlar da böyle geri götürülmüş, ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş, yer yer derileri yüzülmüş ve bir yolun kenarına sürüklenip öylece bırakılmışlardır;116 gelen geçen bu adamların neden bu hale düştüklerini görsün de ibret alsın diye. Sonra bunlar yeniden yoldan toplanmışlar ve Tartaros'un1 17 en derinlerine fırlatılıp atılmışlardır. Er buradan şu dersi çıkarmıştır: Yeraltında bir insanın başına gelebilecek en kötü durum, ruhunun cezasını çektikten sonra çayıra gideceği geçide geldiği anda geçitlerin birden kapanması ve içeride bin türlü işkenceye maruz kalması, bu da yetmiyormuş gibi sonsuza değin Tartaros'ta acı çekmeye mahkum edilmesidir. Bu yüzden Er, görevli olduğunu bilmesine rağmen geçide geldiğinde için için büyük bir korku duyar, acaba geçitten geçebilecek mi diye. Ama hiçbir zorluk yaşamadan geçitten geçtiğini görünce şöyle rahat bir soluk alır, ferahlar.
Geçitten geçen ruhlar küme küme çayırda toplanırlar ve yedi gün orada kalırlar; sekizinci gün geldiğinde yeniden bir araya gelip başka bir gizeme doğru yola çıkarlar. Tam dört günlük bir yolculuğun ardından gökyüzüyle yeryüzü arasında gökkuşağından çok daha parlak ve çok daha saf bir ışığın süzüldüğü bir mekana gelirler. Bir gün daha yürüyüp bu ışığın yanına varırlar. Yanına yaklaştıklarında ışığın ortasında gökyüzüne gerili zincirler olduğunu görürler. Bu ışık göğün kemeridir ve devinmekte olan bütün çatıyı bir arada tutmaktadır. Zincirlerin uçlarında Kader'in tekerleğini döndüren kirmen asılıdır. Çelikten yapılmış bu kirmen bütün küreleri yörüngelerinde döndürmektedir. Hem çelikten hem de başka maddelerden yapılmış bir de ağırşağı vardır kirmenin. Ağırşak hep bildiğimiz ağırşaktır; ama oldukça büyük, içi boş ve çukurdur. gitgide daha da küçülen sekiz ağırşak daha yerleşmiştir o çukura; iç içe geçmiş kutucuklar gibidir adeta. Üstten bakıldığında çember çember görünmektedir bu ağırşakların kenarları ve sanki hepsi tek bir gövde gibidir. En dışta yer alan birinci ağırşağın kenarı diğerlerine göre çok geniş bir çember halindedir. Bunu altıncı ağırşak izler. Üçüncü sırada dördüncü ağırşak yer alır. Sekizinci ağırşak dördüncü sırada, yedinci ağırşak beşinci sırada, beşinci ağırşak altıncı sırada, üçüncü ağırşak yedinci sırada, ikinci ağırşak ise sekizinci sırada yer alır. Dıştaki en geniş ağırşak pırıl pırıl ışıldar. Yedinci ağırşağın da rengi çok parlaktır. Sekizinci ağırşak rengini yedinciden alır. İkinci ve üçüncü ağırşağın rengi sarıya çalar, üçüncüsü bembeyazdır, dördüncüsü kırmızımsıdır, altıncısıysa beyazımsıdır. Bu koca gövde bütün olarak hep aynı hareketle dönüp durur. Ama bu gövdenin içinde yer alan yedi çember, bütünün hareketine ters yönde ve yavaş yavaş dönmektedir. Bu yüzden de çemberlerin sırası birbirinin içine geçmiş gibi görünmektedir.
Kader dizinin üstünde döndürür bu kirmeni; üstte, her çemberin kenarında bir Siren oturmuştur; çemberle birlikte onlar da dönmektedir. Dönerken de her biri tek bir ses çıkarır, tek bir nota söyler; sonra bütün bu sesler birleşip ahenkli bir ezgiye dönüşüverir. Sirenlerin yanı sıra Zeus ile Kader'in (Ananke) kızları olarak bilinen üç kız da birbirine eşit aralıklarla yerleşmiştir çemberlere. Bunlar Yunan'ın ünlü Kader tanrıçalarıdır (Moiralar) ve her biri kendi tahtında oturmaktadır. Bembeyaz giysiler vardır Üzerlerinde, başlarına da kurdeleler takmışlardır. Yunan mitoslarında da hep beyaz giysileriyle anılır bu tanrıçalar ve her ölümlünün doğumundan ölümüne kadar olan yaşamını denetleme hakkına sahip olarak betimlenirler. Bu tanrıçalardan Klotho (Eğiren), insanın yaşam ipliğini kirmene geçirip döndürmeye başlayandır. Lakhesis (Pay Dağıtan, Kuraları Çeken). çubuğuyla yaşam ipliğini ölçüp biçendir. Atropos ya da Aisa (Değiştirilemez Olan) ise yaşam ipliğini kesen, başka deyişle ölüm anını ve biçimini belirleyendir.
Er bu tanrıçaların Sirenlerin ezgisine eşlik ettiğini görür. Lakhesis geçmişte olanları terennüm etmektedir, Klotho bugün olmakta olanları, Atropos ise gelecekte olacakları. Klotho ara sıra sağ eliyle hafifçe dokunup kirmenin dıştaki çemberinin çevrilmesine yardımcı olmaktadır; aynı şekilde Atropos sol eliyle içteki çemberlerin, Lakhesis de her iki eliyle hem dıştaki hem de içteki çemberlerin dönmesine.
Er ve diğer ruhlar ışığa gelir gelmez doğruca Kader'in bakire kızı, insanlara kaderlerini dağıtan Lakhesis'in huzuruna çıkarılır. Bir rahip yaklaşır yanlarına ve hepsini bir sıraya dizer, sonra Lakhesis'in kucağından kuraları ve yaşam modellerini alır. Ardından yüksekçe bir kürsüye çıkar ve ruhlara yeni bir yaşama adım atmakta olduklarını bildirerek Lakhesis'in buyruğuna kulak vermelerini söyler. Kura çekme anında ruhlara hiçbir tanrı müdahale etmez, ruhlar yeni kaderlerini veya yaşamlarını belirlemede özgürdür. Başka deyişle her ruh "koruyucu ruhunu" (daimon) kendisi seçer. Kurayı ilk çekense, mutlak olarak bağlanacağı yeni yaşamını ilk seçme hakkına sahip olur.
Rahip bunları söyledikten sonra ruhların arasına kura sayılarını atar. Her bir ruh yanına düşen sayıyı alır ve yaşam seçme sırasını öğrenir. Bir tek Er'in ruhu bunu alamaz, çünkü o daha ölmemiştir. Ardından rahip ruhların önüne yaşam örneklerini (ta ton biön paradeigmata) serer. Yaşam örneklerinin sayısı onları seçecek olan ruhların sayısından fazladır. Her insanın, her tür hayvanın yaşamından örneklerdir bunlar. Aralarında kıtlıkla, sürgünle ya da dilencilikle sonlanacak olan zorbaların yaşamlarından tutun da bedensel güçleriyle, yüz güzellikleriyle ünlenecek insanların yaşamlarına, atalarının soylu doğumlarıyla gururlanacak ve erdemleriyle saygınlık kazanacak insanların yaşamlarına ya da tam tersi saygınlığını tamamen yitirecek insanların yaşamlarına kadar her tür yaşamı görmek mümkündür.
Sokrates bir ara Er Mitosu'nu yanda keser ve kendi görüşlerini açıklamaya girişir. Ona göre insan yaşamı için en zor olan, önüne serilen bunca yaşam örneğinden birini seçmektir. İnsan, madde aleminin bütün değerlerinden yaşarken sıyrılmasını bilmeli ve tüm dikkatini ileride yaşayacağı bu seçim anına vermelidir. Kendisi için iyi olan yaşamı kötüsünden ayırt edebilmeyi öğretecek bir kişi buldu mu da onun peşi sıra gitmeli ve ondan yardım alarak bu dünyada zorbalığa, belaya bulaşmak yerine, ruhunun mutluluğunu sağlayacak ölçülü yaşam biçimlerini seçmede ustalaşmalıdır.
Sokrates bu konudaki düşüncelerini açıkladıktan sonra yeniden öte dünyadan haber getiren Er'in tanıklığına geri döner ve kaldığı yerden hikayesini sürdürür: Ruhlara kura sayılarını atan rahip onları uyarır bir ara ve yaşam örneklerinin sayısı ruhların sayısından fazla olduğu için, yaşam örneğini en son seçecek olan ruhun bile dikkatli davranıp bilgece bir seçim yapması halinde ilk seçim yapma şansına sahip ruh kadar iyi bir yaşam seçme şansına sahip olduğunu belirtir. Ama yazık ki bu uyarıyı hiç dikkate almayan ve ilk yaşam örneğini seçme hakkını kazanan ruh bir anda atılıp tiranlıkla geçecek bir yaşam seçer kendine. Hırsına yenik düşüp budalaca ve açgözlüce seçtiği bu yaşamın çocuklarını yemeyle sonlanacak kadar büyük felaketlere gebe olduğunu görünce de bu seçimine veryansın etmeye başlar bir anda; tanrılara, kadere verip veriştirir. Oysa seçimi kendisi yapmıştır ve sorumlusu sadece kendisidir. Üstelik bu ruh gökyüzündeki geçitten geçme hakkı elde etmiş, önceki yaşantısında adil yönetilen bir devletin yurttaşı olmuş erdemli bir ruhtur. Ama yazık ki onun gibi böyle hata yapanların çoğu, gökten hiç işkence çekmeden, acı nedir tatmadan gelenlerdir. Oysa yerin altından işkence ve azap çekerek gelen ruhlar hem kendileri acı çektiklerinden hem de başkalarının acılarına tanık olduklarından, yeni yaşamlarını seçerken hiç de aceleci davranmamaktadırlar.
Er, yanlarına atılan kura sıralarına göre yeni bir yaşam seçme telaşı içindeki ruhları heyecanla seyreder ve bu manzaranın tuhaf, acınası ve gülünç sahneler oluşturduğunu vurgular. Er'in gözlemlerine göre birçok ruh önceki yaşantısındaki alışkanlıklarının peşinden gitmektedir. Örneğin Orpheus'un ruhunun, ölümüne neden olan Trakyalı kadınlara duyduğu nefret yüzünden bir kadın olarak doğacak olmaktansa bir kuğu olarak doğmayı seçtiğini görür; Thamyris'in ruhunun da bir bülbül olmak istediğine tanık olur, bir kuğunun ve bazı ötücü kuşların da insan yaşamını seçtiğine. Yirminci kura sayısını seçmiş olan bir ruh, bir aslanın yaşamını uygun görmüştür kendine. Bu ruh, Telamon'un oğlu Aias'ın ruhudur ve Akhilleus'un silahlarının kendisine verilmemesine çok içerlemiş olduğundan bir daha insan olmayı istememektedir. Yine çektiği eziyetler yüzünden insan olmayı reddeden Agamemnon'un ruhu da kendine bir kartalın yaşamını seçmiştir. Kura sayısını ortalardan çeken Atalanta'nın ruhu bir atletin yaşamında kazanacağı onurlan hiçbir şeye değişmeyeceğinden yine atlet olarak yaşamayı yeğlemiştir. Panopeus'un oğlu Epeios'un ruhu ise elinden her iş gelen bir kadının ruhunu tercih etmiştir. Kura sayısı oldukça gerilerde olan soytarı Thersites'in ruhu bir maymunun bedenini giyinmeyi göze almıştır. Son sırada yer alan ve dolayısıyla son yaşam şeklini seçme hakkına sahip olan Odysseus'un ruhu ise önceki yaşantısında kazandığı büyük onurun bedeli kendisine çok pahalıya mal olduğundan gösterişsiz bir yaşam istemiştir ve önüne serilen seçenekler içinde kimsenin dikkatini çekmediğinden bir kenara atılmış öylece duran sade bir yaşam biçimi bulup seçmiştir kendisine. Böylece bazı ruhlar hayvanken insana ya da başka bir hayvana dönüşmüş, adil olmayan ruhlar vahşi hayvanlara dönüşürken adil olan ruhlar evcil hayvanlara dönüşmüştür.
Bütün ruhlar bu şekilde teker teker yeni yaşamlarını seçtikten sonra yürüyüp Lakhesis'in önüne gelirler. Lakhesis de yeni yaşamlarında onlara kol kanat gerecek olan koruyucu ruhu (daimön) katar her birinin yanına. Ruh, koruyucu ruhuyla birlikte önce Klotho'nun huzuruna çıkar ve Klotho'nun elinin altından, onun döndürdüğü kirmenden geçer ve böylece seçtiği yeni yaşama bağlanmış olur. Sonra Atropos'un huzuruna gelir. Atropos ruhun bağlandığı yaşamı ya da yeni kaderi örerek çözülemez hale getirir. Bunun ardından ruh artık bir daha hiç ardına bakmadan Kader'in tahtının altından geçer. Diğer ruhlar da aynı şekilde koruyucu ruhlarıyla birlikte bu işleme tabi tutulduktan sonra bir araya toplanırlar ve kavurucu bir sıcağın ortasında, ağaçsız, otsuz Lethe ovasına doğru ilerlemeye başlarlar. Akşam çökünce Ameles Nehri'nin kıyısında konaklarlar. En nihayet nehirden su içme vakti gelir çatar. Bu nehrin ele avuca gelmeyen, hiçbir kaba doldurulması mümkün olmayan sularından içen ruhlar, ölçüyü kaçırdıkları anda her şeyi tamamen unutur ve derin bir uykuya dalıverirler. Gece yansı aniden gök gürlemeye, yer sarsılmaya başlar; ruhlar ne olduğunu hiç anlamadan apansız savrulmaya, oraya buraya sürüklenmeye başlarlar ve sonra da aniden gökyüzüne doğru fırlarlar.
Gördüklerini insanlığa anlatması için Er'in ruhunun Ameles suyundan içmesine izin verilmez, böylece Er hiç farkında olmadan bedenine geri döner. Şafak sökerken gözünü açar ve kendini odun yığınlarının üstünde öylece yatarken bulur.
Platon'un bu mitosunda bizim için önemli olan iki ayrıntı söz konusudur. Birincisi filozofun zihnindeki evren modeli, ikincisi bu evrenin döngüsü içindeki ruhgöçüyle ilgili düşüncesi.
Platon'un zihnindeki küresel evren modeli, kendisinden önceki şairlerden ve düşünürlerden farklı bir modeldir. Kabaca bir kirmene benzetilen ve Kader'in (Ananke) hükmü altında devinen bu evrenin en alt kısmına, yarımküre şeklinde bir ağırşak bağlıdır ve merkezleri bir olan sekiz oyuk yanküreden oluşur. Birbirinin içine geçmiş küreler birbirinden ayrı hareket yeteneğine sahiptir. Bu yankürelerin üstü, içteki mimari yapıyı ortaya çıkaracak şekilde kesiktir. Kürelerin kenarları aralıksız düz bir yüzey oluşturacak biçimdedir ve sabit duran yıldızların yörüngelerini temsil eder. İçinde de yedi gezegen vardır. En dıştaki ağırşağın çemberi hepsinden daha geniştir. Bu genişlikle gök cisimlerinin arasındaki mesafenin kastedildiği düşünülür. Dolayısıyla en dıştaki çemberin genişliği, sabit duran yıldızlar ile Satumus 'un arasındaki aralık olabilir. Genişlik bakımından en dıştaki çemberden, başka deyişle sabit yıldızlardan sonra gelen ikinci çember, altıncı gezegen olan Aphrodite'dir (Ven us). Bu sıralamayla üçüncü çember dördüncü gezegen Ares (Mars). dördüncü çember sekizinci gök cismi olan Ay, beşinci çember yedinci gök cismi olan Güneş, altıncı çember beşinci gezegen Hermes (Mercurius), yedinci çember üçüncü gezegen Zeus (Jupiter) ve hepsinden daha dar olan sekizinci çember de ikinci gezegen olan Kronos'tur (Satumus). Bu gezegenlerin adlan Platon'un en son yapıtı olduğu düşünülen ya da bir öğrencisinin derlediği sanılan Epinomis'te belirtilmiştir.
En geniş ağırşak olan sabit yıldızlar, renk renk parlamaktadır. Yedincisi Güneş'tir ve en parlak olanıdır; sekizincisi Aydır ve yedincinin ışığını yansıtmaktadır. İkincisi (Satumus) ve beşincisi (Mars) birbirine benzer renkte olup daha sarıdır. Üçüncüsü (Iuppiter) en beyazıdır. Dördüncüsü (Mars) al al yanmaktadır. Altıncısı (Venus) ise beyaza çalmaktadır.
Platon'un Kirmen'i (Evren) hiç durmadan döner. İçindeki çemberler ise yavaş yavaş ve zıt yönde dönerler. Bu çemberler içinde en hızlı dönen çember, sekizincisidir (Ay). Hız konusunda ikinci sırada yer alan çember, yedincisidir (Güneş); altıncı (Venus) ve beşinci (Mercurius) çemberle aynı hıza sahiptir. Ardından dördüncü çember (Mars) gelir; sonra üçüncüsü (Iuppiter). sonra da en yavaş hareket eden, ikincisi (Satumus). Bu sekiz çemberin kenarlarına Sirenler oturmuş, çemberlerle birlikte dönmektedir. Her biri farklı bir ses çıkarmasına rağmen bu sesler hoş bir ezgi oluşturacak şekilde birleşir.
Sirenler, Yunan söylence dünyasında kayalık tepelerle çevrili Sirenum scopuli adı verilen bir adanın su perileridir. Adlan zaman zaman değişmekle birlikte genellikle Aglaope, Leukosia, Parthenope, Pisinoe ve Thelksiepia olarak bilinen bu büyüleyici yaratıklar, adanın yakınından geçen gemicileri yürek hoplatan sesleriyle büyüler ve kayalıklara doğru çağınp Yunan dünyasının en trajik kazalarına neden olurlar. Odysseus, Sirenlerin adasından geçerken onların sesleriyle büyülenmemek için gemicilerinin kulaklarını balmumuyla tıkamış, kendisini de geminin direğine bağlamıştır.
Büyüleyici seslerinden dolayı bir kuş olarak düşünülen Sirenler, başlangıçta kafası ve göğüsleri bir kuş, bedeni kadın şeklinde çizilmiş, sonraları kuş ayaklı (kanatlı ya da kanatsız) kadınlar olarak betimlenmişlerdir. Suidas'ta ise göğüsten yukarısı serçe, alt kısmı kadın biçiminde ya da kadın yüzlü küçük kuşlar olarak betimlenmişlerdir. Bu yüzden antikçağın özellikle geç dönem edebiyatında bütün Sirenlerin güzel ve baştan çıkarıcı kadınlar oldukları düşünülmüş, hatta yarı kadın yarı balık bedenli deniz kızları olduklarına inanılmıştır.
Platon'un evren tablosundaki Sirenler ise mitoloji dünyasındaki hoş ezgileriyle gemicileri ayartan yaratıklar olmalarından öte daha derin bir anlam kazanmıştır; çünkü onlar artık bu tabloda "evrenin gizemli ve ahenkli müziğini icra eden varlıklar"dır.
Platon'un zihninde çizdiği evren modelindeki sürekli devinim, ruhgöçü öğretisiyle (metempsykhosis) adeta görünür kılınır. Platon ruhgöçü öğretisiyle Pythagoras'ı Atina'da yeniden canlandırırken şu iki önemli görüşünü de açığa vurur: "Evrende mutlak bir adalet vardır" ve "insan yaşamını seçerken özgürdür." Bu açıdan bakıldığında Er Mitosu'ndaki "ruhların yaşam seçimi sırasındaki halleri" ve bu hallerin ayrıntılı anlatımları da ayrı bir anlam kazanmaktadır. Bu anlam, ruhların yeniden dünya düzenine karışmak için Lakhesis'in önüne geldikleri sırada yüksekçe bir yerden onlara hitaben konuşan rahibin sözlerinde gizlidir:
"Kader' in kızı Lakhesis'in buyruğuna kulak verin! İşte başka bir ölümlü soyun yine ölümle son bulacak olan yeni yaşamı başlıyor, ey kısa ömürlü ruhlar! Size koruyucu ruhunuz kader tarafından verilmeyecek, çünkü koruyucu ruhunuzu siz kendiniz seçeceksiniz. İçinizden ilk kura sayısını alan, Kader'in bağlayacağı yaşamı ilk seçen olsun! Ama şunu bilin ki, erdemin sahibi yoktur. Kişi erdeme saygı gösterdiği ölçüde, ondan saygı görür. Suç, suçu seçenin olur. Tanrı suçsuzdur."
İşte Platon'un, Tibur'da bulunan bir büstünün (İÖ 1. yüzyıl) üzerine de kazınan bu son söz, özgür iradenin dışa vurumudur. Bu söze göre ruh yaşam şeklini seçmede tamamen özgür bırakılmıştır, yani seçim anından itibaren yaşam biçiminden ve o yaşamdaki iyi ya da kötü bütün davranışlarından tamamen kendisi sorumludur. Ruhun kendi iradesine bırakılan bu seçim anı, yaşamın başlangıcındaki en zor andır. Çünkü ruhu erdemli hale getirecek iyi yaşam örneğini ruhu suçlu kılacak kötü yaşam örneğinden ayırt edebilmek en güç iştir. İnsanın dünya yaşamında mutlu olması, öldükten sonra da yargılanma sahnesinden suçsuz olarak ayrılması bu seçim anına bağlıdır. İşte o anda bir insan için en akılcı tutum, aşırı uçlarda yaşanan yaşamlardan çok orta halli yaşamları seçmek ve böylece ruha sonsuz mutluluğun garantisini vermek olacaktır.
Hiç kuşkusuz yaşarken doğruluktan yana olan erdemli insanların yeraltı dünyasının ödülleriyle onurlandırılacaklarına inanılması kadar, dünyada yanlışların batağına saplanmış suçlu ruhların işledikleri kötülüklere ya da günahlara karşılık öte dünyada cezalandırılacaklarına inanılması da bilinen bir özelliktir. Platon'un Politeia'sında150 yaşlı ve zengin bir adam olan Kephalos, öldükten sonraki yargı sahnesini ve alacağı cezaları kara kara düşünmeye başlar. Ona göre insan yaşlanınca Hades'in yargı makamında cezalandırılacağına ilişkin korkular sarmaya başlar ruhunu. Yaşarken kimlere kötü davrandığını bir bir düşünmeye başlar; suçluluk duygusu cezalandırılma korkusuna karışır ve uyku bile uyuyamaz olur. Yaşamda kimseye haksızlık etmediğini düşünen insanınsa gönlünde hep tatlı bir huzur ve öteki dünyada kazanacağı ödüllerin büyük umudu vardır, çünkü ölümün ona bakan yüzü aydınlıktır.
Sokrates, son günlerini yaşarken felsefi yaşam tarzını benimsemenin ölümün anlamını ve öte dünya anlayışının gizemini çözmedeki önemini vurgular ve "felsefeyi gerçekten kavrayan kişilerin sadece ölmenin ve ölmüş olmanın bilgisine ermenin peşinde olduklarını" söyler. Apologia'da "ölüm insanları bu dünyadan başka bir dünyaya götürecek bir geçitse ve anlatılanlar doğruysa, yani insanlar gerçekten öldüğünde o söz konusu mekanda toplanıyorsa, insan için bundan daha mükemmel bir şey yoktur; çünkü eğer öte dünyada bu yaşadığımız dünyanın sözde yargıçlarından kurtulup doğruluğun erleri olan gerçek yargıçların, Minos'un, Rhadamanthys'ün, Aiskos'un ve Triptolemos'un yargılarına ereceksek ve yaşadıkları sürece doğruluktan sapmamış o yarı tanrı insanlarla buluşacaksak ölüm denen yolculuğa gönül rahatlığıyla katlanılabilir," der. Aynca insanoğlu öte dünyada eğer Orpheus'la, Musaios'la, hatta Heisodos ve Homeros gibi edebiyat üstatlarıyla buluşacaksa ya da haksızca yargılanan ve ölen eski zaman kahramanlarından Palamedes'le, Aias'la görüşme olanağı bulacaksa, kendi adına bundan daha büyük onur duyamaz. Demek ki Sokrates'e göre bilgece ölmek, öte dünyada ölümsüzlüğe kavuşmakla eştir.
Görüldüğü üzere Platon'un Er Mitosu adalet, adaletlilik, özgür seçim ve evren gibi sırlı anlamları olan felsefi kavramların açıklanmasında adeta aracı bir rol üstlenmiştir. Bu mitosun bize bildirdikleri kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Ölümlü bir varlık olan insanın yaşamı ve ölümü iç içe örülmüş bütünsel bir yapıdır.
2. Hem bu yaşamda hem de öte yaşamda mutlak bir adalet söz konusudur.
3. İnsan yaşamını özgür seçimiyle belirler ve bu yüzden davranışlarından kendisi sorumludur. İyiden yana tavır aldığında kendini ödüllendirir, kötüden yana tavır aldığında kendini cezalandırır.
4. İnsan ruhu çeşitli bedenlere girme hakkına sahiptir, dolayısıyla insan en iyiye ulaşma hakkına da sahiptir.
5. İnsanın salt bedeniyle gördükleri salt ruhuyla gördüklerinden farklıdır. Bu yüzden bir insan salt ruhuyla görmeye alışkanlık kazanmalıdır ki, doğru olanı görebilsin.
6. Ruhun cezalandırılması iki açıdan önemlidir:
a. Doğru bir yargılama sonucunda ceza alan ruhun çekeceği azap onu iyi bir insan olarak yaşama geri döndürebilir.
b. Çektiği işkenceleri başkalarına göstererek başkalarının da iyi birer insan olmasına neden olabilir.
7. Evren kaderin hükmü altında devinir. İnsanlar ve hatta tanrılar bile kaderin ördüğü ağdan asla kaçınamaz.
Yorumlar
Yorum Gönder