Ana içeriğe atla

Konuk Yazar: İnan'a'mama Sürecindeki Bir Sorgulama...

Athena Tapınağı'ndan (Assos, Behramkale, Çanakkale, MÖ 530?)


Giriş

Bizler yaşamda belli kültürler, inanışlar içinde doğarız. "Coğrafya kaderdir" sözüne bir benzetme yapacak olursak, doğduğumuz toplum kültürümüzü, inançlarımızı da beraberinde getirir. Dolayısıyla "inançlarımız kaderdir" demek doğru olur herhalde. Peki inançlarımız hangi noktada ailemizden aldığımız bir miras olarak değil de bir arayış olarak nitelendirilebilir? İşte bu yazıda, bu mirasla doğmuş biri olarak kendi sürecimde etkilendiklerimden hareketle inancı sorgulamanın sürecine değineceğiz. 

İnanç nedir?

İnanç genel anlamıyla bir bilgiye, bir fikre onun doğruluğu yahut yanlışlığı gözetilmeden bağlı kalınan düşüncedir. İnanç, zihnin aradığına erişmesi, huzura ermesidir. Her inanç elbette bir arayışın sonucu değildir. Çoğu kimse doğduğunda bir inanç sistemini hazır bulur ve buna inanır. Ancak bazen kişiler bu bağlılıktan uzaklaşıp, inançlarının doğruluğunu sorgular. Bunun temel nedeni başka inanışlara şahit olmamız yahut aynı inançları, farklı biçimlerde hayatına uygulayan insanlara tanık olmamızdan ötürü gelen bir sorgulamadır.

Gorki'den...

Bir örnekten yararlanabilmek adına inancı din üzerinden ele almak doğru olacaktır. Öncelikle aynı inancın, dinin farklı uygulanış biçimlerine şahit olmamızdan başlamak uygun olacaktır. Bu şahitliğin en uygun örneğini Maksim Gorki'nin otobiyografisinde buluruz. Gorki otobiyografik üçlemesinin ilk kitabı olan Çocukluğum'da büyükannesi ve dedesinin tanrılarına karşı duyduğu hisleri dile getirirken dedesinin tanrısı hakkında şöyle der: “Dedemin tanrısı bende korku ve düşmanlık uyandırıyordu: Kimseyi sevmeyen, sert bakışlarıyla herkesi izleyen ve herkeste ille de bir eksik, yanlış, günah arayan ve bulan bir tanrıydı bu. Şurası çok açıktı ki insana hiç inanmıyor, sürekli tövbe bekliyor ve cezalandırmak için yanıp tutuşuyordu.” Büyükannesinin tanrısını ise; “tüm çevremdeki her şeyin en güzeli en aydınlık olanı, en merhametli olanıydı…” diye tanımlar.

Bu zıtlığın yalnızca bireylerin sahip olduğu bir durum olduğunu düşünmek yanlış olur. Bu zıtlık asıl olarak dinlerin sahip olduğu bir durumdur. Gorki, dinlerin bu iki tanrısına kaba bir şekilde şu ayrımı yapar: “Ne zaman hangi tanrıya dua edildiğini kilisede fark ederdim.

Burada şuna değinmek gerekir; bireylerin farklı inanç yorumlamaları dinlerin bu iki zıt Tanrı'yı içermesinden gelir. Bu üç büyük dinde de böyledir. İnsanlar da bu iki Tanrı' ya inanışları bağlamında karakter kazanırlar ve her ne kadar Tanrı'nın yüceliğine erişme gayesine sahip olmasalar da onda gördüklerini hayatlarına uygular.

Platon'un Devlet'i

Platon Devlet kitabında, tanrıların kin güttükleri, birbirleriyle savaştıkları efsaneleri yasaklamak ister. Çünkü korucuların tanrılara benzemesi istenilmektedir ve bu tarz Tanrı tipleri korucuların da böyle olmasına sebebiyet vermektedir. En yüce olan Tanrı, cezalandırıcı ve gaddar ise elbette ona inanan insanın da öyle olmasında bir beis yoktur. Üstelik bu insanlar tanrılarının huylarını ve doğrularını öne sürerek kendilerinde de yargılama hakkı görürler. Ancak merhametli, sahiden yüce tanımını hak eden Tanrı'yı ele alırsak işte ona inanan insan elbette onun gibi merhametli olacaktır ve kötülükler karşısında adil olmayı da affetmeyi de bilecektir ve cezalandırma hakkını bir birey olarak kendinde görmeyecektir. Ve her şeyden öte tıpkı tanrısı gibi insanı, ondan olanı sevecektir. Bu iki zıt tanrı onu gören ve sorun eden insan için kaygılandırıcı ve ezicidir elbette. İşte insan, bu kaygılar ve ikilemler nedeniyle inançlarının doğruluğunu sorgular ve onlara artık bağlı kalamaz duruma gelir.

"Nasibi kıtların dini!"

Kendi sürecimde ise ben, "her şeyi yalnızca Allah'ı olan" insanlarla çevriliydim. İnsana karşı tuhaf bir değersizlik içerisinde her koşulda şükretmeyi öğütleyen, Allah'ının ona nasip kıldığını düşündüğü her duruma "her şerde vardır bir hayır" öğüdü ile yaşamayı bilmeyen, yalnızca kendinden olan insanları sevebilen; Nietzsche'nin deyimiyle "nasibi kıtların dini" inanışı içerisinde büyüdüm. Ve inandığım insan ile gördüğüm insan arasında kaldım, daha sonraları dile getirdiğim şekliyle ise inandığım Tanrı ve gördüğüm Tanrının zıtlığı içimi eziyordu. Bu çelişkiye daha fazla göğüs geremeyip onun yüceliğine rağmen, onun sonsuz oluşundaki birlikteliği reddettim ve dua etmeyi bıraktım. Çocukluğumdaki yalnızlığa mahkum ettim kendimi. Belki de hiçbir zaman o denli dürüst olamadım. Ondaki gördüğüm zıtlığa ve işittiğim merhametsizliğe karşın dürüst olmak istedim yalnızca. Dua etmenin huzuru yadsınamaz tabii… en yücenin, sonsuz varlığın, kendinde kötülük barındırmayanın sizi işitiyor oluşu, hepimize yetiyor oluşu elbette karşı konulamaz bir durumdu. Ancak Jean - Luc Nancy'nin deyimiyle tanrının cezalandırıcı rolü ve cehennem belki de şu anlama gelmekte: “Yaşamda, söylemeye çalıştığım şeye güvenmeye muktedir misin, yani seni sonsuzca aşan bir şeye güvenmek elinden geliyor mu?”. Zor değil mi? Evet, zor. Herkes için öyle olsa gerek. Bu bağlamda Nancy kendi kendimizi mahkum ettiğimizi söyler. Çünkü cehennem, eğer elinden gelmiyorsa, mahkum edilirsin demektir.

Nietzche'den Tolstoy'a...

İçimde Tanrı'nın ikilemine karşı ezilme duygusunu bastıramamamdan ötürü başka arayışlara döndüm. İnsan Ne İle Yaşar?'dan bildiğim ve benimle aynı cevabı içinde taşıyan Tolstoy'a kulak vermekten kendimi alıkoyamadım. İnsan sevgiyle yaşar ve onu yaratan tanrı da böyle buyurur. Tolstoy'un tanrısı benim tanrım olmalıydı diye içimden geçirdim ve Hristiyanlık anarşizmini savundum. İlk zamanlar bildiğimden değildi elbet. Yalnızca onun tanrısına sahip olmak, ona inanmak istedim. Yüce olana dair aydınlığı tekrar içimde duymayı arzuladım. Ancak daha sonraları, Nietzsche'nin, Deccal, Hristiyanlığa Lanet kitabını okumamla birlikte tekrar aynı tasavvurla karşılaştığımı fark ettim. Dinlerin, "zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların" dini oluşu… bu Platon'un Devlet kitabında, Sokrates'e adaletle ilgili sürülen “adalet güçlünün işine gelendir” görüşüyle aynı temsildendi.

Bu görüşler bağlamında dinin zayıf olan için nasıl bir niteliği olabilirdi ki? Adaleti bu dünyada da aramamız gerekmez mi? Zayıf olanın güçlü olana karşı boyun eğmese dahi İsa öğretisindeki gibi "öteki yanağını çevir" anlayışı nasıl bir doğruluk taşıyabilirdi? Üstelik sonsuz olanın, en yücenin dini olarak tasavvur edebileceğimiz din, kitap nasıl olur da önceki haliyle cehennem tasvirlerini ve cezalandırıcı Tanrı'yı bu denli işlerken sonrasında cehennem tasvirlerinde bir değiştirmeye gidebilir? İnsanların tepkileri ve başkaldırıları kutsal olanın değişmesine müsaade ediyor olsa gerek. Peki kutsal kitabının hiçbir şekilde değiştirilmesine müsaade etmeyen İslam'ın kitabı Kur'anın yüceliğini ve hiç değişmediğini ele alırsak güncelliğini koruduğundan da söz edebilir miyiz? Zamanında birçok gelişmeyi beraberinde getirmiş olanın şimdi de bu gelişmeyi desteklediğinden söz edebilir miyiz? Alak suresinde; “Yaratan Rabbinin adıyla oku” diyen Tanrı'nın bilmeyi ve hep öğrenmeyi öğütlediğini ele alırsak, çağ itibariyle öğrendiklerimiz din ile çatışırsa ne yapmamız gerekmekte? Üstelik güncelliğe dair bu eleştiri din bilim çatışmasından ziyade toplumsal yaşamda dikkatimizi çekmektedir.

Lermantov'un İblis'i

Tüm bu sorgulamaların ardından dinlerden uzaklaşmış olsam dahi içimde halen daha Tanrı'yı arıyor ve onu düşünüyordum. Ancak Maksim Gorki'nin otobiyografik üçlemesinin ikinci kitabı olan Ekmeğimi Kazanırken'de, Lermontov'un İblis şiirine denk gelmemle birlikte Şeytan ve itaatsizlik üzerine de düşünmemle birlikte Tanrı yeni bir tasavvur kazanmaya başladı. O döneme dek her koşulda reddettiğim tanrı'nın cezalandırıcı yönünü kabul etmemle birlikte ona adil olmayan, narsist bir tanım eklemiştim. Gorki, İblis şiirinde şeytanın ikinci düşüşünü ele alır ve “Şeytana dahi acıdın değil mi?” diye sorgular bizi. Şeytanın Tanrı'nın buyruğuna uymayıp Adem'e secde etmemesi ilk günahtır ya da Hristiyanlık' taki tasviriyle asli günah. İşte bu şeytanın ilk düşüşüdür. Lermontov ise şiirinde İblis'in ikinci kez düşüşünü anlatır. İkinci düşüşü yani aşka ve aşktan düşüşünü konu alır. Şiirde İblis, Gürcü Prenses Tamara'yı görür ve aşık olur. Şeytan başta kendini ona rüyalarında gösterir, daha sonra karşısına çıkar. Ancak Tamara onun şeytan olduğunu öğrenince uzak kalmak istese de rüyalarında gördüğüne aşık olmuştur. Tamara, İblis ile bir anlaşma yapar ve eğer onunla birlikte olmayı kabul ederse günahlarından ve kötülüklerinden vazgeçmesini tövbe etmesini ister. Şeytan bunu kabul eder. Ve ilk düşüşünün sebebi olan Adem'e, yaradılışının ilk gününe iman ederek tanrıya tövbe eder:

Yaradılışın ilk gününe
ve son gününe, yemin olsun
Tanrı'nın hükmüne ve küfre
Ebedî hakikatin zaferine
Sırtımdaki günahın keskin utancına

Şeytan bu sözlerle yemin eder ve Tamara onunla birlikte olmayı kabul eder. Bir melek gelir ve Tamara'nın ruhunu cennete götürür. Şeytan ise sürgününe yani cehenneme yalnız ve üzgün olarak geri döner.

Adem, Kabil, Sorgulama...

İşte bu şiirin ardından şeytanın ilk düşüşünü, Adem'e secde etmemesini, itaatsizliğini sorgulamaya gittim. Semavi dinlerin hepsinde bu günaha dek Şeytan, Tanrı'ya en çok ibadet eden olarak tasvir edilir. Peki neden İblis'in Adem'e secde etmesi istenir? İşte buna bir türlü anlam veremediğim gibi başkaldırısını da haklı buldum. Çünkü yüce ve tek olanın yani Tanrı'nın merhameti bir yana, insan yavruları arasında dahi en sevilen olma gayesi vardır. Bizi onlara karşı inisiyatifli kılan hoşgörü neden Tanrı'da bulunmamaktadır. Şeytanın kibirli oluşundan ötürü sürüldüğünü dikkate alırsak eğer, Tanrı neden onu Adem'le sınamak istemiştir? Her şeyi bilen Tanrı bunu da bilmez mi, Adem'i neden Şeytan'a tercih eder? Başkaldırıya karşı duyduğum bu anlayış Kabil'i okumamla birlikte iyice derinleşti. Tanrı neden Kabil'in adağını kabul etmemiştir de iki kardeş arasındaki kıskançlığı körüklemiştir. Biz insanlar dahi bize sunulanları göz ardı ederek çocuklara yaklaşırız. Bu cinayetin sebebi Tanrı'nın Habil'i değil, Kabil'i test etmesi değil midir? Ona olan anlayışsızlığı… Peki neden Kabil ondan sonra işlenen tüm cinayetlerde de vebal alacaktır? Tüm bu düşüncelerden sonra Tanrı'dan da uzaklaşmıştım ama Şeytan'a ve Kabil'e karşı duyduğum anlayış insandan gelen iyiliği kabul ettiğim gibi kötülüğü de kabul etmemi, ona yalnızca inanmamı salık verdi. Tanrı'ya olan inancım sarsıldıysa da insana dair gördüğüm güzellikler ve umut çoğaldı. Ondan gelene her şekilde kabul buyurmak için çabalıyordum.

Uzun bir süre Tanrı üzerine düşünmezken insanların inandığı merhametli Tanrı' ya karşı hala içimde bir sıcaklık ve tuhaf bir imrenme duyuyordum. Onu adil göremeyişimdeki her şeyi Mirza Fetali Ahundov'un, "ben Allah'ımızı haklı gösterecek hiçbir şey bulamıyorum" cümlesiyle dile getirirken; yakın zamanla birlikte Tanrı'nın adil olması gerekliliğini de sorgulamaya başladım. Çünkü içimde insanların tanrısına dair tebessüm oluşturan şey onların bir tanrıları olması değildi, onların tanrılarını bilmesiydi. Tıpkı Carl Gustav Jung'un, "Tanrı' nın varlığına inanıyor musunuz?" sorusuna verdiği: “O'na inanmıyorum, O'nu biliyorum” cevabının ardından gülümsemesi gibi. Tanrı'nın varlığından emin olmayı değil ona güvenmeyi istiyorum. Çünkü Jean Luc Nancy'nin dediği gibi: “Onun varlığından asla emin olamayacağız. Çünkü mesele bu değil. Eğer tanrı, dinlerde söylendiği gibi varsa bu tam da kendisinden emin olunamayacak, kendisinden emin olmanın, kendisini bilmenin söz konusu olmadığı tek varoluştur. Söz konusu ona sadece güvenmektir.

Sonuç

Ona güvenmek istesem de artık korkmuyorum. Şu an ona güvenmiyor olduğum anda da gerçeği söylemekten, bilmediğimi söylemekten korkmuyorum. Aradığımı henüz bulamasam dahi ona dair tekrar arayışa koyulacağım zamanlarda da ona güvenmekten korkmuyorum. Yalnız bu şekilde canlı olduğumu hissediyorum. Yalnızca insana ve ona dair düşünürken yaşadığımı hissediyorum.




Not: Bu yazı, ismini vermek istemeyen bir arkadaşa aittir. Israrlarım sonucu yayınlamama izin verdi. Ama sayfanın başındaki fotoğrafı ben çektim. Aristoteles'in de bizzat gördüğünü tahmin ettiğim bu yapı bana inancın simgelerinden biri gibi geldi.  :)

Yorumlar

  1. İnancın tanımı tam da benim istediğim gibi👌

    YanıtlaSil
  2. Hemen sonuca da gelmeseydik hiç sıkılmadan okumaya devam ederdim 👍☺️

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Felsefenin Temel Kavramları

FELSEFENİN TEMEL KAVRAMLARI Felsefe nedir? Kavram nedir? Felsefenin temel kavramları nelerdir?  Bilgi türleri ve felsefe İlâhî/dinî bilgi Beşerî/aklî bilgi Bilimsel bilgi Felsefî bilgi Felsefe filos+sofos hikmeti seven / hikmet sevgisi Felsefe – feylesûf (filozof) Pisagor / Sokrat Felsefenin temel kavramları: Adalet Nedir? Ahlak Kanıtı Ahlak Akıl Analitik A Priori A Priori Bilgi Aksiyom Algıcılık Alman İdealizmi Analoji Anlam Antik Felsefe Aşkın Aşkınlık Atomculuk Aydınlanma Bilim Bilim Felsefesi Bilinç Çıkarım Değer ve Değer Felsefesi Deizm Determinizm Diyalektik Empirizm İdealizm Fenomenoloji İlk Felsefe Kavram Madde Mantık Materyalizm Rasyonalizm 1. HAFTA:  ADALET NEDİR? Bu haftaki dersimizde;  Felsefenin ve siyaset bilimin en temel kavramlarından ve problem alanlarından birisini oluşturan “Adalet” ve “Ahlak Kanıtı” kavramlarını tarihsel bir sunum içinde ele alınacaktı...

Sosyoloji I Ders Notları

4. KÜLTÜR 4.1. KÜLTÜR NEDİR "İnsanın toplumun bir üyesi olarak elde ettiği, bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk, adetle ve diğer yetenekler ile alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütündür”. 4.2. KÜLTÜRÜN ÖĞELERİ  Değerler Değerler, bize iyi, kötü, güzel, çirkin, ahlaki, gayrı ahlaki veya arzu edilen ve edilemeyen şeyler hakkında ölçütler sunar. Farklı dinlerden ve gruplardan oluşan modern çoğulcu toplumda değer yönelimi son derece karmaşıktır.Değerler, belirli sosyal sonuçlara yol açar.  Değerlerin genel işlevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Değerler, kişilerin ve birlikteliklerin toplumsal değerinin yargılanmasında hazır araç olarak kullanılır. Değerler kişilerin dikkatini istenilir, yararlı ve önemli olarak görülen maddi kültür nesneleri üzerinde odaklaştırır. Her toplumdaki ideal düşünme ve davranma yolları, değerler tarafından işaret edilir. Değerler kişilerin toplumsal rolleri seçmelerinde ve gerçekleştirmelerinde rehberlik eder. Değerler...

FELSEFİ DÜŞÜNCENİN ÖZELLİKLERİ

ESKİÇAĞ YUNAN DÜŞÜNCESİ BAĞLAMINDA FELSEFENİN KURULUŞU: FELSEFİ DÜŞÜNCENİN ÖZELLİKLERİ Felsefi düşüncenin temel niteliğini oluşturan yargılardır. Felsefe kişisel bir uğraş olduğu için aynı problemi herkes kendine göre kurmak, önemsediği sorularla ilgili kendi cevaplarını oluşturmak ve onları gerekçelendirmek zorundadır. Felsefe tarihi ve filozoflar felsefenin iskeletidir, onu giydirmek felsefe yapmaktır. Bu amaçla, Eskiçağ Yunan Düşüncesini, kaostan düzene, mitolojiden felsefeye giden yolu ve ilk filozofları anlatarak felsefi düşüncenin özelliklerini vurgulamaya çalışacağız. Felsefe Öncesi Aristoteles “bütün insanlar doğal olarak bilmek ister” derken aslında keyfi bir bilme isteğine vurgu yapar. Dünya çetin bir yerdir ve insan hayatta kalmak için bilmek zorundadır. Eliade’ye göre insanlaşma süreci ayağa kalkma ile başlamıştır ve bu dik duruş, mekansal farkındalık yaratmıştır. İlk insan bu sınırsız, meçhul, tehditkar boşluğun içine atılmış hissetmekten yola çıkarak gelişir (Eliade, 2018...