Ana içeriğe atla

Bilim ve Din İlişkisi İncelemesinde Medeniyet, Mühendislik, Mimarlık Üzerine

 




FELSEFE - BİLİM - DİN İLİŞKİLERİ

Konu: Bilim ve Din ilişkisini, bilimin veya dini teolojinin herhangi bir sorunu merkezinde tartışınız.




Bilim ve Din İlişkisi İncelemesinde Medeniyet, Mühendislik, Mimarlık Üzerine


Sevdiğim bir fıkra vardır. Adamın biri ıssız bir adaya düşer. Orada sihirli bir lamba bulur. Lambanın cini bir dilek hakkın var der. Adam, “benim için bir köprü yap da memleketime gideyim” deyince lambanın cini bu isteğin abartılı olduğunu belirterek, oşinografik, jeolojik, hidrolik pek çok problem sayar. “Okyanus üstüne köprü inşa etmek mümkün değil, daha makul bir şey iste” der. Bizimki düşünür. “Ben her zaman kadınları anlayabilmeyi isterdim. Dileğim bu” der. Cin, bir adama bakar bir okyanusa ve şöyle cevap verir: “Köprü kaç ayaklı olsun?”

Bu fıkranın anlamını zorlarsak, okyanus üstüne köprü inşa etmek, felsefi sorunları çözmekten kolaydır diyebilir miyiz. Öyle ya Ortaçağ Hıristiyan filozofu Boethius’un hücresine teşrif eden felsefe, kadın değil miydi? Boethius, Bayan Felsefe’yi anlamaya başladığında dindeki en büyük sorulara cevap bulmaya başlamıştı: Kötülük, kader ve özgür irade sorunu. Boethius, Bayan Felsefe ile hayali konuşmasını yazarken zindanda infazını bekliyordu. Böyle bir hayalin arkasındaki psikolojik sebep anne şefkati arayışı olarak da yorumlanabilir mi? Yine bu öksüzlüğe, insanın dünyaya atılmışlığı, terkedilmişliği teması üzerinden bakarsak, tanrıya olan ihtiyacı anlayabilir miyiz?

Belki yalnızca insan, öleceğini bilen bir canlıdır. Çok övündüğümüz aklımız, rasyonelliğimiz, bilincimiz bizim aynı zamanda acizliğimizdir de. Hem öleceğimizi biliyoruz hem de bunun basit bir şekilde mesela gözle görülmeyen bir virüsten kaynaklanabileceğinin farkındayız. Dünyada yapayalnız bırakılmışız. Anne karnında, güvenli, korunaklı, ihtiyaçlardan uzak bir şekilde başlayan hayat, doğduğumuz andan itibaren hep zorluklarla doludur. Bizim bildiğimiz ilk cennet de bu anlamda anne karnı huzurudur. Bundan sonra da belki hep o korunaklı ortamı, muhtaçlığın olmadığı cenneti özlemeye devam ederiz.

İnsanın ilk gereksinimleri barınak ve yeme içmedir. Doğa çetin bir yerdir ve insan, karnını doyurup, dinlenebilmek, güvende olabilmek için kendisine ev inşa etmek zorundadır. Bu sebeple ilk insanların varlığı sorgulamaya başlamadan önce bilginin pratik yönüne, tekhneye yani zanaatlara oradan da mühendisliğe kafa yorduklarını, enerjilerini bu yöne harcadıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

İnşaat Mühendisliği - Mimarlık

İnşaat mühendisliği tartışmasız en eski mühendislik disiplinidir. Mühendislik, tekhne (sanat, zanaat, teknoloji)  ile ilgilidir ve inşa edilmiş çevre (Built Environment) anlamında, birisinin, başına bir çatı koyduğu veya karşıya geçmeyi kolaylaştırmak için bir nehir boyunca bir ağaç gövdesi koyduğu ilk zamana tarihlenebilir.

Zanaat (tekhne) gözlem ve pratik kullanım ile geri besleme yapılan uygulamalı bir alandır. Basitçe ilk köprü veya ilk ev yapımı, duvar inşası, ardından su kemerleri, büyük tapınaklar ve sarayların yapılması mimarlığın ve matematiğin de doğmasına sebep olmuştur.

Modern zamanlara kadar inşaat mühendisliği ve mimarlık arasında net bir ayrım yoktur. Mühendis ve mimar terimi esas olarak aynı mesleğe atıfta bulunan coğrafi varyasyonlardır ve çoğu zaman birbirinin yerine kullanılmıştır.

İnşa edilmiş çevre (Built Environment), modern uygarlığı tanımlayan şeylerin çoğunu kapsar. İnşaat mühendisliğinin ana alt disiplinlerinden biri olan yapı mühendisliğinin en göze çarpan kreasyonları olduğu için binalar ve köprüler ilk akla gelen yapılardır. Yollar, demiryolları, metro sistemleri ve havaalanları, inşaat mühendisliğinin bir başka kategorisi olan ulaşım mühendisleri tarafından tasarlanmaktadır. Bir de inşaat mühendislerinin daha az görünür kreasyonları vardır. Musluğu her açtığımızda, inşaat mühendislerinin bunu mümkün kıldığını düşünmeden suyun akmasını bekleriz. Suyun evimizin musluğundan akması medeniyettir. Keza inşaat mühendisliği (ing. civil engineering), medeniyet (civilisation) ile kökenden bağlıdır.

Tüm canlılar uygun ekolojik çevrede yaşamaya çalışır, tüm hayvanlar susadıklarında en yakın su kaynağına yönelir. Neden sadece insan kaynağa gitmek yerine su, evindeki musluktan aksın ister?

Medeniyet ve Hidrolik Hipotez

Medeniyet, yerleşik hayata geçiş ile yani tarımla başlar. Tarıma geçişe Neolitik Devrim denilmiştir. Neolitik Devrim süreci özet olarak şöyle gösterilebilir:

Buğday üretimi →  Bahçe → Tarla → Yerleşik hayat →  Tarım araç ve gereçlerinin üretimi → Nüfus artışı → Yayılma → Köyler → İnanç sistemi. 

Neolitik yerleşimlerin dünya çapında altı farklı bölgede, tek merkezden yayılma sonucu değil, birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bunlar MÖ 3500'den sonra Mezopotamya, MÖ 3400'den sonra Mısır, MÖ 2500'den sonra İndus Nehri Vadisi, MÖ 1800'den sonra Çin, MÖ 500 civarında Mezoamerika ve MÖ 300'den sonra Güney Amerika’dır.

Birçok bilimci, medeniyet sürecinde, hidroloji ve ekolojinin önemini vurgulamakta ve büyük ölçekli su projelerinin teşvik ettiği yoğunlaştırılmış tarımın anahtar unsur olduğunu kabul etmektedirler. Yukarıda sayılan bölgelerin hidrolojik açıdan sıkıntılı bölgeler olması, uygarlığın yükselişinin büyük ölçekli hidrolik sistemlerin teknolojisi ile ilişkili olabileceğini göstermektedir. Sıcak, yarı tropik iklimde sulama tarımı yüksek seviyede verimlidir. Alüvyon ovalarında nehirler sulama için su sağlar ve yapay olarak kontrol edildiğinde toprak zenginleşir. Sulama, tarım, taşkın kontrolü, bunları inşa etmek ve sürdürmek ve suyu gerektiğinde dağıtmak için su mühendisliği ve ortak emek gerekir. Öte yandan, ortaya çıkan su ihtilaflarının bazı otoriteler tarafından çözülmesinin gerekmesi, tahıl fazlalarının depolanması, korunması ve yeniden dağıtılması da otorite olarak merkezi bir etkin gücü, devlet yapılanmasına doğru eğilimleri güçlendirmiştir. Devamında sisteme ait olma anlamında çevresel sınırlandırma, ülkenin içi ve dışı, dost - düşman ayrımını da beraberinde getirecektir. Bu duruma yazının devamında tekrar değinilecektir.

Kehriz (Qanat) su kanalları (3000 yıldan daha eski ve 71 km den uzun) ve Mısır'daki piramitler (yaklaşık MÖ 2700 - 2500), ilk büyük yapı projelerindendir. Din, yönetim, ekonomi ve teknoloji arasındaki ilişkinin en çarpıcı ve en eski örneklerinden olan piramitler için Heredot'un yazdığına göre yüzbin kişi çalışmıştır. Bir yoruma göre, piramit inşası kendi başına bir devlet idaresi alıştırması olarak sürdürülen bir faaliyet olmuştur. İlk piramitler dizisi, tarım sezonunun dışında nüfusu harekete geçirmek ve eski Mısır'da devlet fikrini ve gerçekliğini güçlendirmek için tasarlanmış devasa bayındırlık işleri projelerinden oluşmaktadır. Mısır piramitleri, devlet tarafından işletilen büyük inşaat projeleri olmuştur. Nil selleri sırasında mevsimlik olarak yılda üç ay mevcut olan atıl tarım işçileri fazlası, işgücünü sağlamıştır. Böylelikle tarımsal üretkenlik, piramit inşası için emek talebinden etkilenmemiştir.

Bu yazıda devlet ile kurumsal dini birbirine yakın anlamda kullandığımızı hatırlatarak, şunu söyleyebiliriz; tarih boyunca ve günümüzde de yapı sektörünün en büyük müşterisi devletler olmuştur. Saraylar, tapınaklar, savunma yapıları, eğitim, kültür ve spor merkezleri, kamusal alanlar gibi büyük projeler devlet tarafından finanse edilirler.

Din Devleti ve Kutsal Merkez

Medeniyetin merkezi kutsal merkezlerdir. Kutsal merkezler kökeni ve geleceği bir arada tutan yapılardır. Kabile kültüründe kaya, ağaç, nehir, göze gibi doğal oluşumlar kutsal merkezler olarak kabul edilirken Neolitik devrimden sonra yerleşik kültürlerde köy meydanına inşa edilen tapınaklar kutsal merkez olmuşlardır.

Her toplum için yaşadığı çevre evrenin merkezi olarak görülmüştür. Dünya denildiğinde kendi kutsal merkezi etrafında inşa edilmiş yaşadığı çevre (Built Environment) kastedilmiş ve bu çevrenin, köyün, şehrin dışındaki her şey dünya dışı olarak düşünülmüştür. Dolayısıyla kendi dünyasının dışı insanlar için tehlikelidir. 

Kabile kültüründeki büyücülerin yerini alan rahipler merkezi kutsal yapı olan tapınaklar ile birlikte iktisadi kurumların da temelini atmışlardır. Tapınakların giderleri vergi sistemini doğurmuştur. Savaş ganimetleri, başka kabilelerden yağmalanan iktisadi değerler (mal veya köle) tapınakların mülkü sayılmıştır. Hasat sonrası ürünlerden vergi alınmasıyla da birlikte tüm bu ürünler depolanmaya başlanmıştır. Tapınaklar gittikçe büyümeye başlamıştır. Buna bağlı olarak, bireyler tapınaktan borç almaya, borçları geri ödemek için iktisada bağlı bir hukuka ve iktisada bağlı bir yazı geliştirilmesine de ön ayak olmuşlardır. İktisadi merkez haline dönüşen tapınakların, düşman kabilelerin saldırılarına karşı korunması da gerekmiştir. Böylece devletin oluşması için gerekli bütün kurumların tapınakta ortaya çıktığı kabul edilebilir. Sümerlerde tapınak ve saray yan yanadır. Kabilelerde hiyerarşik olarak şu kurumlar bulunur: İktisat, Hukuk, Ordu, İnanç. Bu kurumlara yönetimin eklenmesi ile “devlet” meydana gelir.

Devlet medeniyetin taşıyıcısıdır. İnsanlığın her türlü başarısının sebebi medeniyet oluşturması ve dolayısıyla devletleşmedir. Başlangıçta devletin yöneticileri tanrılar tarafından özel olarak seçilmiş veya onların soyundan geldiğine inanılan kişilerdir. Hükümdarların tanrısal niteliği meşruiyetlerinin sorgulanmaması anlamına gelir. Ancak bütün kültürlerde hükümdarların üzerlerine aldıkları görevi layıkıyla yerine getirmek zorunluluğu vardır.

Tanrı ve Çocukları

Çoğumuz mitolojideki baş tanrı Zeus’un çapkınlıklarını okumuşuzdur. Ölümsüz tanrıçalarla evliliklerinin yanı sıra gittiği pek çok yerde ölümlü insanlara aşık olan Zeus’un bu ilişkilerinden pek çok çocuğu olmuştur. Bu çocuklar tanrısal soyun kaynağı kabul edilir. Yunan şehir devletlerinin kurucuları sayılan ilk kahramanlar çoğunlukla Zeus’un, daha az olmakla beraber Apollon ve Aphrodite’nin soyundan (Roma, Aeneas) gelir. Benzer tanrısal soy hikayelerine Mezopotamya ve Mısır’da da rastlanır.

Babil mitosuna göre, Marduk, Tiamat’ı öldürdükten sonra yeni bir dünya yaratmaya karar verir. Tiamat'ın vücudunu gökyüzünü ve insanların dünyasını oluşturmak üzere ikiye ayırır; ardından, herşeyin belirlenmiş kendi yerinde kalmasını sağlamak için yasalar koyar. Sonunda tüm tanrılar yeni dünyanın merkezinde, Babil'de toplanırlar; göksel ayinlerin icra edildiği bir tapınak inşa ederler. Böylece Marduk'un onuruna yapılmış yeryüzü tapınağı, sonsuz gökyüzünün sembolü büyük Ziggurat ortaya çıkar. Babil sakinleri Ziggurat’ı atalarının inşa ettiğini elbette biliyorlardır. Ancak mitos şehrin kutsallığını sağlamaktadır. Çünkü Babil demek medeniyet demektir. Babil, tanrının aziz kentidir. Bir medeniyet ancak Tanrı’nın yardımıyla ayakta kalabilir.

Semitik Dinler

Günümüzdeki Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’a göre insanın atası Adem’dir. Adem, Tanrı tarafından topraktan, cennette yaratılmış, ancak işlediği günahın bedeli olarak dünyaya indirilmiştir. Bilinen bir anlatıya göre Adem yeryüzünde ilk olarak tanrının evini (Beytullah) inşa etmiştir. Bugün Kabe dediğimiz, küp şeklindeki yapının ilk halini. Bir başka anlatıya göre Kabe yeryüzü yaratılmadan önce mevcuttur hatta yaratılış Kabe’den başlayarak gerçekleştirilmiştir.

İslam tarihi kaynaklarına göre Kabe, İbrahim ve oğlu İsmail Peygamberler tarafından inşa edilmiştir. Yapının ustalığını bizzat İbrahim Peygamber gerçekleştirirken, oğlu İsmail Peygamber de Mekkeyi çevreleyen dağlardan bu inşaata taş taşımıştır. Kabe’nin bir köşesinde tavafın başlangıcını belli etmesi için Hacerül esved isimli bir siyah taş kullanılmıştır. Rivayete göre bu taş Adem tarafından cennetten getirilmiştir. Yine bir rivayete göre bu cennet taşı aslında beyazdır ama günahkar insanların elleri değdikçe kararmıştır. Kutsal Hacerül esved taşına tarih boyunca çeşitli saldırılar gerçekleştirilmiştir. XI. yüzyılda yapılan saldırıların birinde koparılan parça Kanuni tarafından İstanbul’a getirilmiştir. Bu parçalardan biri Sultanahmet camiinin mihrabında bulunmaktadır. Bir başka iddiaya göre parçalar Sokullu Mehmet Paşa Camiinin dört tarafına yerleştirilmiştir.

Bir inanışa göre dilimize yerleştiği biçimde bütün tapınaklar, kiliseler, camiler tanrının evi olarak görülür. Tek cennet taşı hacerül esved değildir. Dünyanın her köşesine cennet taşının parçaları da adeta yağmış olmalıdır ki günümüzde yapılan her tapınak, tanrının evleri, parçaların düştüğü yerlere denk gelmeye devam etmektedir. Oysa Sultanahmet camii, eski bizans tekfur sarayının temelleri üzerine inşa edilmiştir. Yer seçiminden kaynaklanan kutsallığın azalma tehlikesi de hacerül esved taşının parçası mihraba yerleştirilerek giderilmeye çalışılmıştır.

Tanrının evi, pek çok uygarlıkta karşılaştığımız kutsal merkeze karşılık gelir. Şehirler bu kutsal yapının çevresinde gelişirler. Bu sayede herkes Tanrı’ya komşu olacaktır. Eski uygarlıklarda dinlerin evrenselliğinden bahsedilemez. Her toplumun kendi geleneklerini devam ettiren, bereketi artıran, düşmanlardan koruyan kendi tanrıları vardır. Semitik dinlerde de bu yerel tanrı fikrinin devam ettiği söylenebilir. Yehova, yalnızca İsrailoğullarının tanrısıdır. Arapların Allah’ı da uzun süre yalnızca kendi tanrıları olarak kalmıştır.

Din - Bilim İlişkisi

Bilim ve din ilişkisini bilimin veya dini teolojinin herhangi bir sorunu merkezinde ele almak için yola çıktığımızı hatırlayalım. Sorun her zaman insanın sorunudur. Din ve bilim insan için bir açıklama çerçevesi sunar. Açıklayan da insandır.

Sorun ne demektir. Türkçe sözlüğe göre sorun: "üzerinde düşünülmeye değen ve çözüm getirilmesi, olumlu ya da olumsuz bir sonuca ulaştırılması gereken durum" şeklinde tarif edilmiştir. “Üzerinde düşünülmeye değen” kısmını dikkate alarak, felsefenin sorunları belirleyen bir disiplin olduğunu çıkarabiliriz. Çünkü değerler, logos, eleştiri, diyalektik içeren bir süreç olmalıdır. Elbette dinler ve mitoloji de değer üretirler ama bunların çözümleri de içerdiklerini ve bazı sorunların çözümsüz olduğunu da biliyoruz. Felsefenin çözüm ürettiği de iddia edilebilir. Bazı filozoflar kurdukları sistem ile binlerce yıl bu görevi yerine getirmiştir. Ancak günümüzde felsefenin çözüm üreten alanları zaten bilim dalı olarak görülmektedir. Bu bölümlemeyle çözüm getirenler bilim ve din olarak kalacaktır.

Felsefe sorunları ontoloji, epistemoloji, etik, politik, estetik vs olarak adlandırır ve inceler. Din, ama özellikle kurumsal anlamdaki din bu sorunların hepsine çözüm üretecektir. Bu çözümün adı Tanrı’dır. 

Değişen şeylerin ardındaki değişmeyen şey nedir? Bildiğimiz her şey sonludur, değişmeye mahkumdur. Ama değişim aklın kabul edemeyeceği bir sorundur. Yeni doğan bir çocuğa isim veririz ve ölene kadar, yüz yaşına kadar hep o isimle kalır. Sadece Tanrı değişmeden kalan varlıktır. Değişmeden kalan bir varlık varsa o da Tanrı olmalıdır.

İnsanın her şeye gücü yetmez. Çoğu zaman çaresizdir, kırılgandır, ölümlüdür. Oysa mutlak olan Tanrı aynı zamanda sonsuz güç sahibi olmalıdır. Sonsuz güç sahibi Tanrı aynı zamanda sonsuz iyilik ve güzellik sahibidir. Her şeyi bilir.

Dini çözümler her zaman tatmin edici olmaktan uzaktır. Öte yandan evrensel değillerdir. Benzer sorunlara dinin Yunanistan'da verdiği cevapları Çin’de kullanmazsınız. Öte yandan bilim evrensellik iddiasındadır. Bilimde üretilen çözümler mekana ve zamana bağlı değildir. Mesela bir hastalığın sebebi dünyanın her yerinde aynı bakteridir. Elbette bilimin iddiasının her örnekte aynı genelgeçerliği sağlamadığını, bilimin zaman içinde bu kadar büyük iddialarda bulunmaktan vazgeçen, daha esnek bir alan olduğunu da hatırlamak gerekir.

Yazımızda pek çok bilimsel alandan, pratik bilgelik sayılan tekhneyi, günümüzdeki kullanım şekliyle teknolojiyi, mühendisliği ve özel olarak da inşaat mühendisliğini, mimarlığı seçtik.

Din ile mühendislik arasında, insanın sorunlarına çözüm üretmek anlamındaki bazı ortak yapıları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

Ontolojik Sorun: Zamana karşı direnme, ölümsüzlük, değişim. Çözüm: Tanrı, mimari örnek piramitler. 

Tarih boyunca tapınaklar devrin şartlarında mümkün olan en büyük en iddialı yapılardır. Tanrı’nın evi olma sıfatını hakkıyla yerine getirebilmesi için öncelikle büyük olmalıydı, “güzel” olmalıydı. Onu yapan iktidarın, tebanın da büyüklüğünü, güzelliğini, tanrısallığını dosta ve düşmana ifade etmeliydi. Sıradan bir insan, avlusunda durduğunda kendini bu yücelik karşısında küçük ve aciz hissetmeliydi. Yapı aynı zamanda zamanla ayakta kalmalı, doğal afetlere, depremler, yangınlar, sellere karşı dayanıklı olmalıydı, geçmişle gelecek arasında köprü kurmalıydı.

Benzer şekilde diğer felsefi sorunlara dinin ve mühendisliğin ürettiği çözümleri basitçe sıralamakla yetinelim.

İletişimi gerçekleştirme: Yollar, köprüler, dualar, ritüeller 

Sistem oluşturma: Su kanalları, hiyerarşi, ruhban sınıfı

Değerler: Anıtsal yapılar, ahlak, örnek babil kulesi

Bilgi: Astronomi yapıları, kozmogoni, örnek stonehenge

Ekonomik: Tarım ve endüstri yapıları, zekat, nafaka

Eğitim: Okullar, tapınaklar

Sonuç

Girişte anlatılan fıkranın anlamını biraz daha zorlayarak insanın esas çabasını ikiye indirebilir miyiz: Anlayabilmek ve yapabilmek. Yapabilmek için anlayabilmek. Şeyleri kusursuzca kurabilmek için arkasındaki ilkeyi bilebilmeliyiz. Aksi takdirde hep kusurlu şeyler üretip asla cennete, anne karnı huzuruna ulaşamayacağız. Olan, bizim inandığımıza paralel, olması gerektiği gibi değilse öz ve varoluş probleminden kaçamayız. Öz ile varoluş arasındaki fark, her dönem kutsal olan ile, din ile doldurulan bir alan olarak kalacaktır. Bu açıklık tarih boyunca yavaş yavaş kapansa da insanın ürettikleri bağlamında değerlendirdiğimizde hiçbir zaman kusursuz olana çok yaklaşamıyoruz. Bunu en açık seçik dediğimiz, en kesinlikli olan matematikte bile sağlayamadığımız aşikar. Kimine göre bu fark hiçbir zaman kapanmayacak. Hatta en seküler kafalarda bile kusursuz kavramına karşılık insanın acizliği fikri varolmaya devam edecek. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Felsefenin Temel Kavramları

FELSEFENİN TEMEL KAVRAMLARI Felsefe nedir? Kavram nedir? Felsefenin temel kavramları nelerdir?  Bilgi türleri ve felsefe İlâhî/dinî bilgi Beşerî/aklî bilgi Bilimsel bilgi Felsefî bilgi Felsefe filos+sofos hikmeti seven / hikmet sevgisi Felsefe – feylesûf (filozof) Pisagor / Sokrat Felsefenin temel kavramları: Adalet Nedir? Ahlak Kanıtı Ahlak Akıl Analitik A Priori A Priori Bilgi Aksiyom Algıcılık Alman İdealizmi Analoji Anlam Antik Felsefe Aşkın Aşkınlık Atomculuk Aydınlanma Bilim Bilim Felsefesi Bilinç Çıkarım Değer ve Değer Felsefesi Deizm Determinizm Diyalektik Empirizm İdealizm Fenomenoloji İlk Felsefe Kavram Madde Mantık Materyalizm Rasyonalizm 1. HAFTA:  ADALET NEDİR? Bu haftaki dersimizde;  Felsefenin ve siyaset bilimin en temel kavramlarından ve problem alanlarından birisini oluşturan “Adalet” ve “Ahlak Kanıtı” kavramlarını tarihsel bir sunum içinde ele alınacaktı...

FELSEFİ DÜŞÜNCENİN ÖZELLİKLERİ

ESKİÇAĞ YUNAN DÜŞÜNCESİ BAĞLAMINDA FELSEFENİN KURULUŞU: FELSEFİ DÜŞÜNCENİN ÖZELLİKLERİ Felsefi düşüncenin temel niteliğini oluşturan yargılardır. Felsefe kişisel bir uğraş olduğu için aynı problemi herkes kendine göre kurmak, önemsediği sorularla ilgili kendi cevaplarını oluşturmak ve onları gerekçelendirmek zorundadır. Felsefe tarihi ve filozoflar felsefenin iskeletidir, onu giydirmek felsefe yapmaktır. Bu amaçla, Eskiçağ Yunan Düşüncesini, kaostan düzene, mitolojiden felsefeye giden yolu ve ilk filozofları anlatarak felsefi düşüncenin özelliklerini vurgulamaya çalışacağız. Felsefe Öncesi Aristoteles “bütün insanlar doğal olarak bilmek ister” derken aslında keyfi bir bilme isteğine vurgu yapar. Dünya çetin bir yerdir ve insan hayatta kalmak için bilmek zorundadır. Eliade’ye göre insanlaşma süreci ayağa kalkma ile başlamıştır ve bu dik duruş, mekansal farkındalık yaratmıştır. İlk insan bu sınırsız, meçhul, tehditkar boşluğun içine atılmış hissetmekten yola çıkarak gelişir (Eliade, 2018...

Sosyoloji I Ders Notları

4. KÜLTÜR 4.1. KÜLTÜR NEDİR "İnsanın toplumun bir üyesi olarak elde ettiği, bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk, adetle ve diğer yetenekler ile alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütündür”. 4.2. KÜLTÜRÜN ÖĞELERİ  Değerler Değerler, bize iyi, kötü, güzel, çirkin, ahlaki, gayrı ahlaki veya arzu edilen ve edilemeyen şeyler hakkında ölçütler sunar. Farklı dinlerden ve gruplardan oluşan modern çoğulcu toplumda değer yönelimi son derece karmaşıktır.Değerler, belirli sosyal sonuçlara yol açar.  Değerlerin genel işlevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Değerler, kişilerin ve birlikteliklerin toplumsal değerinin yargılanmasında hazır araç olarak kullanılır. Değerler kişilerin dikkatini istenilir, yararlı ve önemli olarak görülen maddi kültür nesneleri üzerinde odaklaştırır. Her toplumdaki ideal düşünme ve davranma yolları, değerler tarafından işaret edilir. Değerler kişilerin toplumsal rolleri seçmelerinde ve gerçekleştirmelerinde rehberlik eder. Değerler...